6 Aralık 2016 Salı

Belki de en iyisi doğaya sığınmak!

Belki de en iyisi doğaya sığınmak!

Sıra sıra dizilmiş selvi kavaklarının arasında kaybolmak istiyor insan bazen. Hiçbir insan sesine tahammül etmeden yalnızca rüzgarın ağaç dallarıyla buluştuğu o melodiyle ruhunu dinlendirmek istiyor. Kim bilir belki göğsüne yatırıp, dallarıyla başını okşar kavak ağacı. Belki yanağından süzülen gözyaşlarını siler yaprakları. Öyle ya, kırılmış yerlerini tamir eder belki pürüzsüz, damarlı elleri. Tomurcuklar belki canına nefes verir, göz bebeklerine de ışık, tıpkı annesinin karnından çıkıp hayatla buluşan bebeğin mucizesi gibi.

Acıya çalan hayatlarımızdan kaçıp doğaya sığınmak istiyor insan bazen.

Hayal etsene bi, kimsesiz ve sessiz bir koyda, gökyüzünün yansıdığı mavilikte kendini salıverdiğini. Zihnini çırılçıplak kalana kadar tüm pisliklerden arındırdığını düşün. Kulağındaki insan kakofonisinden kurtulduğunu fark etin mi? Baksana, suyun içinde sırt üstü uzanmışken gökyüzünde izlediğin martılarla birlikte göç ediyorsun. Huzura doğru bir yolculuk bu, biliyorsun değil mi? Gülümseyen maskelerinin altında zehir zemberek ruhlarını kapatmaya çalışan mahlukların çevrelediği hayatından kurtulmak istemez misin? O karanlık çemberin içinde sana ait olmayan yaşamı ateşe verip, usulca gitmek istiyorsun, biliyorum. Kendi büyüttüğün çiçeklere, kendi boyadığın rengarenk gök kuşağına, dilindeki melodiye haksızlık ediyorsun, sen de farkındasın. Ruhuna ihanet bu. Hadi, artık uyanma vakti.

Belki de en iyisi doğaya sığınmak!

Yemyeşil bir dağın yamacındaki tek gözlü bir evin bacasından gökyüzüne yükselen duman gibi kaybolmak istiyorsun. Sanki hiç var olmamış gibi. Hayır, hayır… Hiç var olmamış gibi değil de, sanki var olduğun ama var olmanın bedelini çok ağır ödediğin zamanların ateşinde yanıp, kor olmak gibi…

Kapkara gökyüzünü yaran şimşeğin ışığında hayat bulmak istiyorsun. Tıpkı el yordamıyla ilerlediğin yaşamda günü kurtarmak için tutunduğun geçici hevesler gibi.

Buğulanan cama düşen yağmur damlası olmak istiyorsun bazen, yok olana kadar yavaş yavaş aşağı süzülebildiğin.

Kayaların arasına sıkışmış, fark edilmeyecek kadar sıradan bir taş olmak istiyorsun kimi zaman.  – ki zaten çoğu zaman taş kesiliyor kalbin, yanılmışlıkların yüzünden.
……
Rüzgarın sesinde, yağmurun neminde, mavinin huzurunda yemyeşil bir dünyada var olmanın tatlı hayalini kurmaya devam et. Eminim bir gün kendi yansımanla birlikte o gerçeklikte hayat bulacaksın…

Haydi, şimdi kendi doğana dönme vaktin geldi.
Artık hazırsın!

Vedat Sakman – Usulca…
https://www.youtube.com/watch?v=EtAxALI43ek







12 Nisan 2013 Cuma

Zamanı korumak gerek...


Haftalarca okumadığım oluyor. Bazen de başımı kaldıramıyorum kitaplardan. Sanki yaşadığım tek gerçeklik, okuduğum sözcükler. Düşüncelerim devriliveriyor, o muntazam satır aralarına. Masal kahramanlarının zihnimdeki yansıması beliriveriyor gözüm önünde, sanki öyle birileri gerçekten varmışçasına.

Zaman geçirmekten en keyif aldığım yerler kitapevleri. Aslında kitapevlerinden ziyade sahaflar, antikacılar. O devasa raflarda onca kitap. Birçoğu da daha önceleri başkaları tarafından okunmuş kitaplar. Sayfalarına dokunduğunuz anda hissedersiniz yaşanmışlığını. Kim bilir kaç kişi tarafından hatim edildi o cümleler.

Belki yaş geçiyor, ondandır bilinmez ama ikinci el kitap sevenlerdenim ben. O sararmış sayfalar ayrı bir haz verir bana. Kitap kapaklarıysa ayrı bir nostaljidir. Hele bir de kitabın ilk sayfalarına, kitap sahibi ismini, şehrini ve kitabı satın aldığı tarihi yazıp birkaç not da iliştirivermişse, değmeyin keyfime.

Başka insanların anıları belki ama çok değerli olurlar benim için. 

Geçenlerde yine Urla, Sanat Sokağı’nda Eflatun Antika’dan kitap aldım. Mario Puzo’dan Baba. O gördüğüm ilk sayfa, beni benden aldı. Mersin’de yaşayan Dinçel ailesinden, Erzurum’da yaşayan Kükner ailesine. Tarih ise, 5 Mart 1974. Tüylerimin diken diken oldu. Gözlerim doldu. Dinçeller’i düşündüm, kafamda hayal ettim o aileyi. Sonra Erzurum’daki Kükner’leri. Aralarındaki dostluğun varlığını ve bunu bir kitap armağanıyla somutlaştırdıkları o zamanları düşündüm. Zaten çok değerli olan o kitap, bir kat daha değerli oldu benim için.

Retro sever bir insanım ben, evet. Sahafları seviyorum, o eski yıpranmış sayfalara sahip kitapları. Antikacılarda dolanıp, geçmişle beslenmiş o mobilyalara dokunmak ayrı bir his uyandırıyor bende. Siyah beyaz fotoğraflara bakıp, anneanelerimizin, dedelerimizin o masum, saf hallerini izlemeye doyamıyorum.
Geçmişin yüküyle dolup, bugünleri yaşayamamak değil kastettiğim şey, biliyorsunuz. Unutulması ve atılması gereken her ne varsa, ya sindirilmeli güzelce, ya da silinip atılmalı. Siz bilirsiniz, en iyisini. Lakin, değerlerimiz korunmalı. Geleneklerimiz yaşatılmalı.

Zamanı korumak gerek.



16 Aralık 2012 Pazar

Şuursuz bir rahatlığın, farkındalıklı hiçliğindeydim



Küçük bir kız çocuğuydum henüz. Kendimi mutsuz hissettiğim zamanlarda, gözlerimi kapatır, hep aynı hayali kurardım zihnimde. O değişmeyen sahnede, bir ben olurdum, tek başıma bembeyaz semada. Kendimi izlerdim kuş bakışı. Hafiflemiş bedenimi bulutların üzerine bıraktığım o kareyi görürdüm hep. Ruhum, sanki göç eden bir kuşun kanadından kopan bir tüy gibi özgür, salıverirdi kendini hiçliğe.

Bu sabah, yine o bembeyaz bulutlarla süslenmiş gökyüzündeydim. Bu sefer zihnimin bir oyunu değildi bu. Beni, çocukluğumun serseri kasabasına ulaştırmaya çalışan tayyarenin koltuğunda, düşüncesiz ve hissiz bir halet-i ruh'iyede, ifadesiz bir seferdeydim.

Ruhum, mutluluk ile mutsuzluk arasında ince bir çizgide medcezirdeydi. Ne bir kırıntı huzursuzluk vardı gönlümde, ne de bir somun mutluluk. Som bir sessizlik hakimdi hiçliğime.

Kıvrılıp, cenin pozisyonu aldım koltuğumda, ana rahmindeki sıcaklığı ve huzuru arzu edercesine. Gözlerimi kapatmak üzereydim ki, bir kız çocuğu belirdi pencerenin ardında, pamuklarla örülmüş semada, tek başına. Tanıdık, masum bir gülümsemeyle el salladı bana ve ardından bedenini salıverip, huzura yatırdı ruhunu.

Sonra, gözlerimi kapadım. İfademe huzurlu bir gülümseme yerleştirmeye çalıştım, tıpkı gözlerinin içi gülen o kız çocuğundaki gibi. Ardından bilinçaltımı tembihledim, karışmasın diye rüyalarıma ve uykuya daldım.

Şuursuz bir rahatlığın, farkındalıklı hiçliğindeydim...




30 Kasım 2012 Cuma

deneme atışı




'Boşlukta süzülen bir toz tanesi gibi taşınıyor ruhlarımız atmosferde. Çok uzun mesafeler katedebiliriz istersek, rüzgar da yardım ederse.' diye zihninden geçirdi kadın, en sevdiği berjerine kurulmuş, ruhunu dinlendirmeye çalışırken.

O an fark etti, evinin ne kadar kirlenmiş olduğunu. Oysa uzun zamandır o koltukta oturuyordu. Aslında oturmuyor sanki o koltuğa mühürlenmişti. Zihni, her zaman olduğunun aksine boş bir levha gibiydi. Halbuki o değil miydi, her zaman, zihninde ordan oraya savrulan ve bir türlü köşeye sıkıştırıp ta yakalayamadığı sözcüklerden dem vuran? Ne düşünebiliyor, ne hissedebiliyor ne de baktığını görebiliyordu. Gördüğü tek şey, kedisi Rüknettin'in oyuncağı ile boğuşurken çıkardığı toz bulutuydu. Zaten, bu yüzden o cümleyi kurmamış mıydı?

Hayır, hiçte değil. Bu cümleyi kurdurtan şeye Rüknettin neden olmamıştı. Bu düşünce bir dilekti aslında onun için. Mehter takımı hızında giden hayatının isyanıydı bu. Yalan söylediklerini bile bile hayatında var olmalarına izin verdiği insanlardı buna neden olan. Salak değildi elbet, belki biraz saf olabilirdi ama insanları olduğu gibi kabul etmeye çalışırdı hep, bazen başaramasa da.

Bu düşünce bir dilekti aslında onun için. Çocukluğunun o masum kasabasından kaçıp, çok uzak diyarlara  yerleşme çaresizliğiydi. Evet, gitmek değildi bu. Basbayağı bir kaçıştı ve evet bir heves değil, bir çaresizlikti bu arzu. Rüzgar da yardım ederse, neden olmasın ki?

Yüreğinin gücünden dem vursa da çoğu zaman, bazen onun gerçeği de doğrusunun şeytanına yenilebiliyor ve zamanı yüreğine üfleyerek geçiyordu. Artık, kanatlarını kullanamıyordu ve bu yüzden aklının yarattığı doğrularının cehennemine çakılmak üzereydi, yüreğindeki gerçekliğin cennetinde nefesini alırken. Ve bu yüzden kaçmak istiyordu, masumiyetini yitirmek üzere olan o küçük sahil kasabasından.

Yalnızca var olduğunun bilincindeydi uzun zamandır, atmosferde kapladığı bedeniyle ve var olmanın sahtekarlığını ipe çekiyordu, yitirdiği ruhunu geri döndürebilmek için.

Saatlerdir çakılıp kaldığı tarçın rengindeki koltuktan kalkmayı başardı en sonunda. Tarçın, kimyon ile birlikte en sevdiği baharatlar arasındaydı. Hatta tahta birlikte çıkıp, birinciliği paylaşıyorlardı. Her yemeğe illaki biraz kimyon atardı ve her yaptığı tatlı mutlaka tarçına yakışan bir tatlı olurdu.

Arsız, yabani otlarla kaplı bir tarlaya benzettiği zihnine iyi gelmişti, ömründen bir kaç saatini çalan o süreç. İlk önce, Rüknettin'in dağıttığı ortalığı toplamaya koyuldu. Her yer, her yerdeydi. Sonra elektrik süpürgesini çalıştırdı ve o toz bulutuna meydan okudu. Bir yandan da, 'hayır, sen bu tozlar gibi içine çekilmeyeceksin karanlığın' diye telkin etti kendini. Ardından, banyoya gidip, vileda kovasını doldurdu ağzına kadar. İçine bol miktarda deterjan koydu. Tabii bir kaç damla klorak eklemeyi de unutmadı. Evin tüm parkelerini sildi. Mis gibi yasemin kokuyordu şimdi ev.

Yasemin, çocukluğunda bahçesini süsleyenler arasında, varlığından en mutluluk duyduğu çiçekti. İfadesinde huzurlu bir tebessüm oluşması için, sadece var olması yeterli olan bir canlıydı. O zamanlar, gün batımına yakın, bahçelerinde kurulan sofrayı şenlendirmek için toplardı. Fakat dalından koparmaya kıyamaz, yere düşenlerle yetinirdi. Büyüdü, koca kadın oldu, hala yerlerden yasemin topluyor.

Şimdi, sıra mobilyaların tozunu almaya gelmişti. Bir elinde ıslak bez, diğerinde ise iz kalmasın diye ıslaklığı gidermeye yarayacak olan kuru bezle tüm evi gezdi. "Ruhumdaki tozları da bu kadar kolay giderebilseydim, ne olurdu" diye kızdı kendine. Ne kadar takıntılı, ve bir o kadar da detaycı olan karakteri yüzünden hayıflandı bir müddet. Gamsız insanlara oldu olası özenmişti. Onlar kadar umursamaz olmayı ne çok isterdi. Aksine, umrundaydı her şey. Olan, biten, gelen, giden, tek bir kelime, bazen sıradan bir kaldırım taşı bile umrundaydı. Gereğinden fazla anlam yükleyen bir insan olmak, hayal kırıklıkları getirdi ona hep.

Banyonun soğuk havasını kırmak için sıcak suyu açtı çünkü birazdan duşa girecekti. Çok üşürdü, içi titrerdi hep. Bedeni soğuktan, yüreği yalnızlıktan titrerdi... Duşun hemen karşısında bulunan dev aynanın önüne geçti. Gözlerine baktı, eskisi gibi gülümsemiyordu artık kahverengi gözleri. Dudaklarını inceledi sonra, eskiden kırmızı rujun eksik olmadığı ama şimdilerde kendi haline bıraktığı etine dolgun dudaklarını. Bakışları çok manasız geldi. Hiç bir ifade yoktu. Aynadaki yansımasına daldı. Çok kısa, belki bir kaç dakika sonra kendine geldiğinde, aynadaki aksini göremediğini fark etti. Tedirgin oldu bir an kendini göremediği için. Uzun zamandır yitirdiği ruhunu hissedemediğinden, bedenini de göremiyor olmak onu korkuttu. Buğulanmış aynayı avuçlarıyla sildi. Son bir kez daha aynada kendine baktı ve duşa girdi.


Turkuaz rengi bornozuna sarınıp yatak odasına geçti. En kalın pijamalarını giydi, saçlarını kuruttu, kremlerini sürdü ve mutfağa gitti. Bu akşam yemek yemeyi düşünmüyordu. Dolaptan daha bugünün sabahında, komşusundan satın aldığı keçi sütünü çıkardı. Sonra pirinç kesesini çıkardı, ardından şeker derken sütlaç yapmaya koyuldu. Bu sefer sütle pirincin kıvamını tutturmaya yemin etti kendine. Ne çok sulu bir sütlaç, ne de lapa olmuş bir tatlı istiyordu. Aslında hayatında hiç bir şeyin kıvamını tutturamıyordu. Ya hayatına soktuğu adamı alıyor, baş köşeye koyuyordu. Dünyanın merkezi oymuş gibi dönüp, dolanıyordu etrafında. Tabii, sonra adam bu pohpohlanmadan dolayı devreleri karışıyor, saçmalıyordu. Ya da kendini çalışmaya verip, diğer tüm olgulardan uzak tutuyordu kendini. Bazı zamanlar ise sosyal bir canavara dönüşüp, kulüplerden, dost meclislerinden yakasını kurtaramıyor, fazlaca alkol tüketip, zihnini bulandırıyordu.

Gece, kulübe gittiğinde genelde mojito içip arada tekila shotlarla cila yaparken, dost meclislerinde rakıyı tercih ederdi. Rakı, babadan yadigar bir gelenekti. Aklına rakıya alıştığı zamanlar geldi. Lise sona geçtiği yazdı. Altay Spor Kulübü'nün hentbol takımında oynuyordu. Öyle yoğun antrenmanlar yapıyorlardı ki, şimdi aklına geldiğinde kalbinin nasıl onca yüklenmeye dayanabildiğine şaşırdı. Hayatının neredeyse on senesi atletizm pistlerinde ve spor salonlarında geçmişti. Lise sona geçtiği yazdı ve hayatında geçirdiği en sıcak yazdı. Saçları uzundu, ince telliydi ve gür de değildi. Öyle bunalmıştı ki onlardan, bir yandan sıcak, diğer yandan antrenmanlar derken kendini kuaförde bulmuştu bir gün. Koltuğa oturdu ve kes Yusuf Abi dedi. Nasıl olsun demeye kalmadan, 3 numaraya vuralım abicim dedi. Eve gittiğinde annesi, yüzünü buruşturup bu ne hal diye karşıladı. Babasıysa eniştesiyle birlikte onu, kurulan rakı sofralarına oturtmuş, erkek sohbetlerine almıştı. Evdeki herkes artık ona bilader diyordu. Küçük ama kepçe kulaklarına yakıştırdığı ve yalnızca sol tarafına taktığı küpesi ve zincirli pantolunuyla erkek kafalı olan bu kıza, "bilader aşağı, bilader yukarı" denerek, erkek muamelesi yapılıyordu. Oysa şimdi, upuzun saçları, dışarı makyajsız ve ojesiz çıkmayan halleriyle tam bir kadındı.

Sütlaç yine sulu olmuştu. Biraz sinirlense de kaselere boşaltıp, üzerlerine bol bol tarçın serpti. Buzdolabına yerleştirmeden ılınması için, özenle milangazın yanındaki boşluğa dizdi hepsini. Yemek tabağına koyduğu sütlacı ve büyük bir bardak suyu alarak mutfaktan ayrıldı. Salona gidip lambaderi açtı. Bilgisayarının başına geçti ve takip ettiği dizilerin daha önceden indirmiş olduğu, bu haftaki bölümlerini vlc player'a sıraladı. Sonra bilgisayarı ile televizyonu birbirine bağlayan kabloyu taktı. Pazar gecesi gösterimi birazdan başlayacaktı. İlk önce Fringe'i izleyip, büyük bir bilim adamı olan yaşlı Walter Bishop'ın o çocuksu tavırlarını hayran hayran izleyip, paralel evren, solucan delikleri, astral seyahat gibi aklı ve gerçeği zorlayan olayları sorgulayacak, gözcüleri lanetleyecekti. Ardından kan ve vahşetin yer aldığı 'The Walking Dead'i bazen midesi bulanarak, bazen de hayretler içinde kalarak izleyip, en çok beğendiği siyahi savaşçı hatunu hayranlıkla izleyecekti bu sefer. Ön görüsü yüksek, kimseye güvenmeyen, Nietzshe'yi bile gölgede bırakacak şüpheci tavırlara sahip olan bu kadını çok beğeniyordu. En son "How i met your mother'ı izlerdi hep. Çünkü diğer dizilerin gerginliğini ancak Barney'nin komik çapkınlık maceraları, Ted'in kendine benzeyen saf duygusallıkları ve Marshall ile Lilly'nin o çok eğlenceli evlilikleri giderebilirdi ancak.

Pazar gecesi yayın kuşağı sona ermişti artık. Gece yarısına daha çok varken kendini yorgun ve uykusuz hissediyordu. Bilgisayarını aldı, yatak odasına geçti. Lounge müzik çalan bir intenet radyosu açtı ve baş ucunda duran kitabını alarak yatağa kıvrıldı. Elektirikli battaniyesinin ısıttığı yatağına Rüknettin'in kendini sevdirmek istediği zamanlardaki gibi sırnaşarak yerleşti. Rüknettin demişken, o neredeydi sahi? Herhalde, sepetine kıvrılıp, horuldamaya başlamıştır diye düşündü.

Kitabını açtı, 276. sayfadaydı. Yahudi Soykırımı, Mavi Alay gibi dünya tarihinin ve siyasi sorunların konu  edildiği, aynı zamanda 60 yıldır süren bir aşkı ele alan Zülfü Livaneli kitabı, Serenad'ı okuyordu. Okudukça kitabın derinliklerine sürükleniyor, içselleştirdiği karakerlerlere bürünüyordu. Yapılan haksızlıkları lanetledi, çekilen ızdırapları hissedip, ağlamak istedi, Saf Alman olan Profesör Maximilian Wagner ile Yahudi Nadia'nın aşkı boğazını düğümledi. Saatlerce okudu. Kitap hiç bitsin istemiyordu çünkü yüreğini hissedebildiği zamanlar yalnızca okuduğu zamanlardı.

Geçen yıl birlikte olduğu adam geldi aklına. Ayhan. Okuduğu kitapların cümlelerinden ibaretti Ayhan'ın sözleri. O kadar alıntı, o kadar tesadüf ve bir o kadar da vazgeçilmezdi. Zıtlıklar hep çekmişti onu zaten. Ayhan'ın o süslü cümleleri o kadar özenti olmasına rağmen nasıl bu denli vazgeçilmez olmuştu onun için? Neyse, çok uzun zaman önceydi zaten, kurtulmuştu ondan. Ama aklının almadığı şey, içlerinde değerleri olmayan bu adamların, nasıl olur da esas oğlan olmaya koşabilecek cesareti taşıdıklarıydı.

30 yaşındaydı ve hala yalnız olmasını "Eros'un dalgınlığına gelmiş, bir tutunamayanım ben" diye Eros'a yüklemiş ve onu görevini layıkıyla yapmaya davet etmişti, arkadaş toplantılarında. Kendini o kadar şanssız görüyordu ki iş hayatında da bir türlü dikiş tutturamamıştı. "Milletin aşk hayatı hareketli geçer, benim iş hayatım pek kıpırdak. Özel meseleler stabil Yarabbim, tık yok. Şuan yine atarlandım Eros'a" diye her konuyu Eros'a bağlardı. Komik kızdı vesselam ama yalnızca arkadaşlarıyla beraberken bu eğlenceli halleri peydah olurdu.

Derin bir iç çekti. Ağlamadığın halde çektiğin o iç, ağlarken çektiğin içten daha vahim, daha can yakıcı ve daha çaresizdi.

Hiç bir duygusuna eyvallahı olmadığı için aşık olamıyordu.

"Cesaretimin bedeli içsel yalnızlıksa, etrafımdaki kalabalığa selam çakar, öderim cesaretimin bedeli" diye mırıldandı. Kitabını başucundaki komidinin üzerine bıraktı, başını yastığa koydu ve derin bir uykuya daldı.






13 Kasım 2012 Salı

mea culpa






Keşke dememek öğretilmiş bizlere. Ne yaşarsak yaşayalım, başımıza ne kötülük gelirse gelsin uzak durulması gereken, ruhu hastalıklı bir yapı haline getirmeye gücü yetebilecek ölçüde etkili olan, o bir nevi geçmişe yönelik dilekte bulunduğumuz ‘keşke’ sözcüğünden ben de korktum yıllardır.

Keşke demeye her yüz tutuşumda dilimi lal edip, bir süre sonra ‘iyi ki’ lerle açılışı yaptığım dudaklarımın cezasını çekiyorum şimdilerde. Başımın üzerinde gezdirdiğim lakin bir müddet sonra kafamı yüreğime düşman eden tüm mevzuların sahibi olan ‘iyi ki’ lerimin vakur ağırlığını taşıyorum ruhumda. Her “keşke” ile isyan etmeye yeltendiğimde beni bir dokunuşuyla sindirmeye çalışan iyi ki’li cümlelerimin laneti bırakmıyor gibi yakamı.

Keşke demek gerek bazen. Demek gerek çünkü iyi ki’ lerin altında ezilip gidiyoruz her geçen gün. Farkında değiliz. Kördüğüm, çember olmuş içimizin ateşi. Keşkelerimizi yakmaya çalışıyoruz orada. Olmaz.

Keşke demek gerek bazen. Demek gerek çünkü ne halt ettiysek, kabullenip kendimizi affetmek gerek. İyi kilerle dönen bir düzenin içinde değil, keşke’lerle alınan derslerin içinde kavrulup tırmanmalıyız, bilmiyoruz. Yoksa hep hüsran. Hep hayal kırıklığı.

Keşke demeliyiz ama diyemiyoruz. Çünkü çocukluğumuzun o iyimser Polyanna’sı örnek gösterilmiş bizlere ama biz kurtların sinsice sofralarını kurduğu bir ormanda yaşıyoruz, Polyannalarla süslenmiş bir ovada değil. 

Kurtların kuzu maskeli balolarına kurban giden kırmızı başlıklı kadınların cansız ruhları defnediliyor günbegün.

Bir zamanlar bir yerlere karaladığım “keşkelerini al da git, “iyi ki” lerime dokunma” atfını içselleştirdiğim tüm zamanlarıma bir özür borçluyum, biliyorum. Biliyorum çünkü evrene nasıl bir enerji gönderirsen, karşılığında aynısını alırsın martavalını okuyan kuantum zırvalıklarının yalnızca insanların yüksek coşkusunu stabil kılmak için uydurulduğunun bilincindeyim.

Bu yüzden özür dilerim boşa gelip, dolu gittiğini sanan tüm zamanlarımdan. Bilmeden kıydım size. Kendimi aldatarak harcadım yelkovanlarınızı. Bana bir armağan olarak bahşedilen bu döngüyü kısırlaştırdım.
Affedin.

Başımıza gelmiş ve gelecek her şeyin tek sorumlusu biziz.

Kimse kendini kandırmasın.

20 Ekim 2012 Cumartesi






o andan itibaren, kızın yaşadığı her şey bir masal kitabının sayfalarından dökülen romantik sözcükler kadar hayal ve bir o kadar da mucizevi olmuştu.

5 Ekim 2012 Cuma

Zincirleme vicdansızlığın cehalet tamlamasına kurban gidiyoruz


Eşitliğin olmadığı bir ülkede yaşıyoruz. Eşitlik olmayınca şiddet geliyor, yerleşiyor başköşeye. Şiddet, nefret, intikam vb. duyguları doğuruyor. Zincirleme vicdansızlığın cehalet tamlamasında kazaya kurban gidiyoruz her gün. En çok da kadınlar. Ülkemizde günde üç kadın öldürülüyor.  Her gün üç kadın veda ediyor hayata. Bazıları eşleri ya da sevgilileri tarafından, bazıları babaları, bazıları ise oğulları ya da kardeşleri tarafından infaz ediliyor. En sevdikleri, en yakınları yani.

Gazetelerin üçüncü sayfasına yerleşen hikâyeler okuyoruz. Okuyamadıklarımız da var, canımızı daha çok yakan, kabullenemediğimiz hikâyeler. Bakıyoruz ve çeviriyoruz sayfayı. Görmezden gelip, unutmak istiyoruz. Hiç birimiz bir şey yapmıyoruz. Ucundan kıyısından tutup, vicdanlarımıza daha fazla kan bulaşmasını engellemek için hepimiz o kadar meşgulüz ki.

İnfaz edilmeyenler ise fiziksel şiddete maruz bırakılıyor. Dövülüyor, hırpalanıyor hatta işkence ediliyor. Hem de eciş bücüş nedenlerden ötürü. Belki yemeğin tuzu az diye, belki eteği dizinin bir parmak üstüne çıkmış diye, ya da erkek olan arkadaşına selam verip, onu öptü diye. Ne bileyim belki de sevdiğinle evlenmek istedi diyedir. Uzayıp giden bir liste bu zihinlerimizde, vicdanlarımızı mürekkepleyen.

Her gün “şerefim ve namusum üzerine” diye yeminler çekip, tehditkâr bakışlarla kadınları korkutmaya çalışan bir kısım zorbanın, eşitlikten bihaber akılları dolanıyor etrafımızda, içimizde. Namus ve şerefi işlerine geldiği gibi kullanıyor, kim bilir hangi eksikliklerini tamamlıyorlar bu tavırlarında.

Fiziksel şiddetin mağduru olmayıp her gün, her saat sözel bir şiddetle ruhları ezilen kadınlarımız da var. Egolarının kurbanı olan insanların kurban ettikleri ruhlar. Sadece egoya da bağlı olmayan bir durum bu tabii. Biyolojik de aynı zamanda. Çok farklı kaynaklardan beslenen karmaşık bir mesele şiddet.

Nasıl açıklanır, nasıl önlenir?

Erkekleri reformdan geçirmek yetmez ya da ne bileyim kadınları daha güçlü kılmak. Toplumsal şiddetleri nasıl önlemeli. Örneğin kürtajın kamusal alana taşınması gibi. Bu konuda yazmak, konuşmak o kadar zor ki. Özellikle Türkiye’de, biz kadınlar için. Oysa en çok da bizlerin konuşması gerek bazı konularda. Biz susarsak olmaz.

Toplum olarak mağdur edildiğimiz başka şiddetler de var tabii, savaş gibi.  Hem de şu sıralar çokça adı geçen ve eşiğindeymişiz hissi verilen Suriye ile savaş nasıl önlenebilir? Nasıl bir başka devletin maşası olmaktan kurtulup, bir başka devletin mezhep kavgasına yan olmaktan vazgeçebiliriz.

Aslına bakılırsa her şey insan olmaktan geçiyor bence. Birey olmak ve birey olarak vicdan duygumuzun insanlığımıza ne kadar yerleştiğiyle alakalı bir mevzu bu. Bizlere en çok yakışan duygunun eksikliğinden kaynaklanan kötülüklere mağdur bırakılıyoruz her gün, belki de her saat.

Gün geçtikçe kötüye giden bir tablonun iç içe geçmiş çerçevelerine sıkışıp kalıyoruz. Her çerçeve ayrı bir taraf, her çerçeve ayrı bir yanda kendi içine hapsediyor insanları. Oysa taraf olmadan önce birey olmamız gerektiğini unutuyoruz. Taraf olmanın kolaylığına kaçıp, birey olarak mücadele vermenin gerekliliğini kaçırıyoruz. Bazen arafta kalmalı. Arafta kalmanın zorlu mücadelesini vermeli. Arafta kalıp insan olduğumuzu hatırlamalı.

26 Eylül 2012 Çarşamba

“ama” ile bağlanmayan güzel duyguların şerefine…



Yazım yanlışlarıyla birikmiş yürekler var, heyecanlarımızın katilleri olan. Noktaları virgüllerine karışmış, devrilmiş tüm zamanları ve inatla bizim zamanımızı da başımıza devirmeye çalışan, bencil hayatlar, karşılaştıklarımız. Ve her geçen gün çoğalıyor bu kalp atışlarımızın ritmini bozan esrarlı siluetler. Siluetler, çünkü bir görünüp bir kayboluyor, her göründüklerinde çarpıntıya neden olup, her kayıplarında yürek burkulmalarına neden oluyorlar.

Bilek değil ki bu, biraz buz, biraz egzersiz yapınca geçsin. Kalbimiz yara alınca günlerce, aylarca kim bilir belki de yıllarca üflemek gerekiyor. Bilmiyorlar, öldürüyorlar her defasında. Bilmiyorlar, hissiz, halsiz yalnızca bir nefes bırakıyorlar. Bilmiyorlar.

Bir de bildiklerini sanıp ahkam kesiyorlar utanmadan. Utanmadan, umursamıyorlar. Ya da fütursuzca sözcükleri dağıtıyorlar etraflarına.

Bir de daha yakınımızda, yanımızda hatta dizimizin dibinde olmasını istediklerimiz var. Gözden ırak olan gönülden ırak olmasın, isteriz ya. “Esas kız ve esas oğlan olmamıza rağmen birbirimize aşık olma lüksüne sahip olmayan, Eros’un dalgınlığına gelmiş tutunamayanlarız biz” diye hikayeleştirdiğimiz yaşanmışlıklarımız var.

Ardından yalnızca yutkunduğumuz masallarımız var, yüreğimizden yağıp, dilimizin ucuna taşsa da sözcükler. Yalnızca yutkunuruz.

Sonraları şuursuzca yaşanan bir rahatlığın, farkındalıklı hiçliğine geçip başka bir boyut kazanırız. Kazandıklarımızın hesabını tutamadan kaybettiklerimize yanarız. Oysa duygulardan bahsettiğimizi unutmuş, karı, zararı tutar olmuşuzdur.

Zihindeki hesap yüreğe tutmaz hiç bir zaman.

İş böyleyken, yaşamakta olduğumuz her halt havada süzülür. Süzülür ve süzülür. Zihnimiz eşikte buğulanırken, ruhumuz çoktan bir boşluktan salınıvermiştir hiçliğe. Öyle güzelizdir ki.

Hiçliğin huzuruna kavuşmuşken bekler dururuz bir sonraki çarpıntıyı. Biliriz, her çarpıntıya koşarsak kalbimiz yorulur. Yorulsun. Zaten sık sık çarpmaz ki kalp dediğin, her önüne gelene. Öyle beklemişizdir ki aylarca belki de yıllarca, yüreğimiz bayram etsin diye. Bu yüzden her çarpıntıya koşarız yorulmak pahasına. Olsun, bizler değil miyiz ki, bile bile lades demenin keyfinden mazoşistçe zevk alan. Olsun, varsın, değsin, değmesin. Değerlerimiz, duruşumuz, karakterimiz, niyetimiz kadar var olduğumuzu bilen ‘hiç’ leriz biz.

“Ama” ile bağlanmayan güzel duyguların şerefine içer, o günlerin gelmesini bekleriz, inancımızı hiç kaybetmeden.

18 Mayıs 2012 Cuma

Bir iddia uğruna

Kendimi bildim bileli hayatımda var olan insanlardan bir tanesidir eniştem. Büyük ablamın eşi. Henüz 5 yaşındaydım onunla tanıştığımda. Ablamın varlığının bilincine daha yeni yeni varmaya başlarken aldı götürdü onu uzak diyarlara. Ablam, Türkiye’nin bir ilinden, bir başka bir iline, hatta ve hatta yurt dışına bile eniştemle birlikte savrulup dururken, ben onu özlemenin nasıl bir şey olduğunu kestiremeden, hep uzaklarda kaldı benden, bizden.

Nereden bilecektim ki ablamı bizden kaçıran adamın hayatımıza bu denli renk katacağını. İlkokul çağına gelip, espri, sır ve dedikodudan anlamaya başladığım vakit benim için keyifli günler gelmeye başlamıştı. İşte eniştem o günlerden bu güne hiç değişmedi. Hala şen şakrak muhabbetlerin, fıkraların alnı göbeğinde kendi göbeği ile merkez oluşturan insandır eniştemdir.

 Laf göbekten açılmışken, eniştemin en güzel baldızı unvanına layık olmak ve ailemin diğer üyelerine ve bilhassa benden sonraki en güzel baldızı olan küçük ablama, unvanımı hak ettiğimi kanıtlamak için, iyilik periliğine soyundum. Kilo vermesi için eniştemi gaza getireyim diye düşünüp, onunla iddiaya girmeye yeltendim. İddia vesile olur da bi 10 kilo atar belki diye iç geçirdim. Hatta kilo vermesi gereken süreyi de uzun tuttum ki telaşa kapılmasın dedim. “Amaç zaten onun kilo vermesi Elvan” diye söylenip, kendimle uzlaştıktan sonra bu iş için tam 3 ay verdim. Sıra kaybedenin cezasının ne olacağına geldi ve ben koyu Fenerbahçeli olan enişteme 1 hafta boyunca Galatasaray formasıyla gezme cezası verdim. O kendinden emin, hemen kabul etti. (Tabii kendinden emin olacak 3 ayda 10 kiloyu yayarak bile verebilir) Eğer o kazanırsa benden mahalle bakkalına her gün gidip “ben geri zekâlıyım” dememi istedi. Hayır, senin kazanacağın zaten ortada, sen kazan diye vermişim o süreyi zaten, sen ne diye bana böyle bir ceza reva görüyorsun ki. Al işte, bu da enişte.

Bi insan dua ederken bile dikkatli olacak aga. “How i met your mother” tadında bir hayatım olsun diye dilerken, eniştem aklıma hiç gelmemişti.

 Teşekkürler Tanrım, teşekkürler Kuantum…

Mahalle bakkalımıza not: İddia 15 Ağustos günü son bulacak. Buradan Karanfil Bakkala sesleniyorum ya da Laz Bakkal Mustafa Amcaya mı seslensem bilemedim, neyse, bu yazımı okuyun lütfen, zihinsel aktivitemde bir düşme söz konusu değil. Bilin istedim, çünkü 15 Ağustos’tan itibaren anlamsız bir diyaloğumuz başlayacak sizinle. Saygılar.

How i met your mother,
tam 7 sezondur Amerika’da yayınlanmakta olan 20 dakikalık bir komedi dizisidir. Dizi, 2030 yılında, Ted Mosby'nin eşi ile nasıl tanıştığını çocuklarına anlatmasını konu alır. Bob Saget'in seslendirmesiyle dizinin asıl karakteri Ted "Size annenizle nasıl tanıştığımı anlatacağım." der ve dizi 2005 yılına döner. Dizinin senaristleri, Bays ve Thomas dizideki arkadaşlığı kendi arkadaşlıklarından yola çıkarak yazmışlar. Arkadaşlıklarını ve yaptıkları aptalca, komik şeyler hakkında yazma fikri ile bu diziyi oluşturmuşlar. Benim 7 sezonun tamamını izleyip de her bölümde deli gibi güldüğüm bu diziyi çok kötü fena bi acayip tavsiye ederim.

10 Mayıs 2012 Perşembe

30 YAŞINDA OLMAK

30 yaşında olmak; her gece annenle, yatmadan önce menopoza hazırlık evresi aktivitesi olarak, kefir içmek demektir. Tabii, bu yaşa kadar hala evlenmeyi beceremeyip, bu aktiviteyi annenle gerçekleştiriyorsan… Ha, bir de anneanneyi unutmamak gerek, tam 3 kuşak. Hatta bu işe ablamların çocuklarını da eklersek 4. kuşağı bile çıkarabilirim ki, bu kuşak sahibi yeğenlerim, kara kuşak sahibi yaşıtlarıyla başa çıkar, onları yer, yutar ve bir bütün olarak tekrar çıkarabilirler. Ne kadar baş belası olduklarını anlamışsınızdır sanırım.

Konuyu fazla dağıtmadan geliştirecek olursak, 30 yaşında olmanın hiç bir kötü tarafı yok aslında. Öyle abartılacak bir durum söz konusu değil yani. Çünkü ben kendimi hala (bir klişe olarak) 20’li yaşların başında hissediyorum. Evet, garipsiyorum, yadırgıyorum 30’u ama bu yadsıma da geçer gider bir müddet sonra. Nelere alışmıyoruz ki hem zaten canım, ilk gençlik yıllarımızdaki saflık derecemiz ile şimdiki saflık derecemiz arasındaki farkın, yarısının, 2 eksiği ile bile bir insan gayet normal yaşayabilir.

Söz saflıktan açılmışken, yaşla gelen bu daha bilinçli olma hali, insana güç, kuvvet verirken bir taraftan da canını sıkmıyor değil. Çünkü ne kadar fazla şey biliyorsak, o kadar fazla kapana kısılıyoruz mutsuzluk labirentinde. Bir kere sürekli tetikte bekliyor olmak bile başlı başına bir stres. Hayatımızda oluşan her yeni gelişimde, dur bakalım altından ne bityeniği çıkacak diye düşünürken, karşımızdaki insanın daha ilk cümlesinden anlayıveriyoruz niyetini ya da art niyetini. Oysa önceleri böyle miydi? Ne güzeldi her söylenen söze inanmak, ardından gelen hayal kırıklığı olsa bile. Şimdi daha kötü, hep şüpheci, hep tedirgin. Nietzsche bizleri böyle görse gözleri yaşarırdı, gurur duyardı vallahi.

30 yaşın iyi tarafları da var tabii. Bir kere daha olgun olma fırsatı sunuyor size, tabii bu fırsatı kullanabilirseniz. Yıllar geçerken farkında olmadan öğrendiğiniz çok şey oluyor. Örneğin, affetmek. Bazılarımız için affetmek, sırat köprüsünü amuda geçmekten daha zorken, bazılarımız için ise bakkaldan 2 ekmek almak kadar kolay oluveriyor. Ama yaşla birlikte insan, yani insan olan, insani değerlerin kıymetini daha fazla biliyor, daha çok içselleştiriyor. Kızgınlıklarını atıveriyor akan sulara, sevmeyi daha güzel beceriyor. Fedakarlık etmenin kendinden bir şey eksiltmediğini anlıyor, olmaması gerekenleri öngörüp feragat etmeyi biliyor.

Evet, önümüzdeki hafta 30’umu dolduruyorum. Bir sürü hüzün, birkaç ölüm ki içlerinden bir tanesi yüzlerce ölüm acısına bedel, çokça sevgi, az biraz aşk ama pek derin, önce çokça sonra bir elin parmaklarını geçmeyecek kadar dostla dolduruyorum 30 yılı. Bulutların üzerinde uzanabiliyormuş gibi mutlu, bazen ayak parmak ucuna kadar işleyen zehirli bir yalnızlık bazen de hiç dağılmayan çil yavruları kadar kalabalık bir 30 yıl. 53 nabızla yaşamama rağmen taşikardi uyandıracak kadar heyecan verici saatler…

İnsan büyüdükçe ailesinin kıymetini daha iyi anlıyor bir kere. Hele de hayatta hiçbir zaman kazık yemeyeceğin, her düştüğünde elinden tutup kaldıran ve yaralarına üfleyip, acını hafifleten annenin değeri paha biçilemez oluyor. Her ne kadar yaptıklarımızı anlayamayacak olsa da, her verdiğimiz kararda, her yaptığımız hatada, her kazandığımız başarıda bizi olduğunuz gibi kabul eden annelerimiz, annem Şenay Hatun, anneler gününüz kutlu olsun…

 Ama lütfen, artık bana “hadi evlen” deyip durma :)

5 Ocak 2012 Perşembe

hayal ederim ama bazen absürt olur



Ben istiyorum ki, rakı ile şalgam kavunu aldatmasın. Kavun, peyniri de alsın, masanın hanımı, şalgamın bacısı olsun. Konu komşuya, Haydari amcaya, Pancar teyzeye ve bilumum zeytinyağlı akrabalara rezil olmayalım. Hele ki, genellikle başköşede yerini alan çipura ve levrek büyükbabalar ile onlar inzivaya çekildiklerinde baş gösteren Adanalı, Urfalı büyükannelere ayıp olmasın. Kâh rakının yanında şalgam alsın yerini, kâh kavun ve peynir siyam ikizleri. Mutlu mesut yaşasınlar.

Ağzımızın tadı bozulmasın.

PS: Zehirlenen bir kızın not defterinden…

3 Ocak 2012 Salı

Hiç


İçinde yer etmiş sıkıntıyı, kulak memesi kıvamına gelene kadar yoğurup, demlenmesi için beklemeye al. Sonra, kalbine saplanan sancıları bir tabağa rendele. Ardından, üzerine yapışan şansızlığı da limon sıkacağı yardımıyla aynı tabağa sıkıp, posasını ayır. Karışımı, demlenmiş sıkıntı ile iyice harmanla. Üzerini de ayırdığın sancı posası ve zihninde ki muallâklarla süsledin mi, “Ne yapıyorsun” soruna aldığın “hiç” yanıtını öğrenmiş oluyorsun tatlım.

2 Ekim 2011 Pazar

hey heylerim üzerimde yine

Sarf edeceğim zaman, karşımdakine ağır gelmesin diye, sirkeli suya yatırdığım cümlelerim var. Her sözcüğü teker teker tuzlayıp, olgunlaşmasını bekleyebilecek sabrım da varmış. Sonra, cümlenin sonuna koyduğum noktaya bir kuyruk ekleyerek, virgüle dönüştürebilecek cesaretim de var ki, uzayan cümlemin yüklemini, nesnesini ve kaçıp gizlenen öznesini yakalayıp, yerli yerine yerleştirebilecek gücüm olduğunun da farkındalığındayım. Ama hissetmek başka, öyle değil mi?


Zihnimden yağmasına engel olamadığım gök taşlarım var bir de, çarptığında canını acıtacak olan. Derin mevzularım da var, ayaküstü, gelişi güzel anlatamayacağım. Belki anlatsam da anlamlandıramayacağın, sinene basıp içselleştiremeyeceğin düşlerim var. Düş, var olan en gerçek şeydir. Düşlemekten vazgeçme lütfen.


Ha bir de bazen bir bakıyorum bir de yer çapıyor. Öyle olmasını arzu etmesem de duvara toslamış hissi uyandıran cinstenmiş, öyle diyorlar. Oysa gördüğüm zamanlar onlar. Bakıp da daha önce göremediğim gerçeklere denk geldiğim zamanlar, bilmiyorlar. Şiddete karşıyım ve ağzını, yüzünü dağıtsam rahatlayabileceğim insanlar da yok etrafımda ama işte, bazen böyle gelir ya hey heyler. Geldiler. Git deyince, eyvallahı çekip, dönüp arkasını gitmeyen, yüzsüz misafir gibiler.

28 Haziran 2011 Salı

...

Heybetli tepeler ortasında
Geniş bir ovada
Tek başıma volta atıyorum
Elimde sabır çekeceğim bir tespihim bile olmadan.

Belirsizliğin her bir yana saldıran düalizminde
Yalnızlığımın oyuncağı oldum.
Hangi tepenin ardından doğuyor güneş
Kestiremiyorum.
Hangi tepenin topraklarında
Parçalamalıyım bu tırnakları?

27 Mayıs 2011 Cuma

YANLIŞ BİR ÖYKÜDESİN, KENDİNİ BAŞTAN YARAT

Birikmiş çok hikaye, ifade edilecek fazla duygu var. Başa çıkmak zor…

Bazen yanlış bir öyküde olduğunu ve yanlış bir karakteri canlandırdığını fark edersin, sonra da alelacele kendini yeni baştan yaratmaya çabalar, didinir, durursun. Durursun. Beklersin. Keskindir. Arada virgül yoktur. Hep noktayla tamamlanır yaşadıkların. Sonra bakmışsın yine aynı hengame.

Bu kısır döngünün çemberinde yuvarlanıp giderken, bir macera sirkülasyonu da yaşamıyor değilsindir hani. Öyle olunca da birikmiş çok hikaye, ifade edilecek epey duygu yüklenmişsin. Hepsiyle başa çıkmak zor.

İçinde ki tüm karmaşadan sıyrılıp, farkındalık uyandıran tek şeyin “küçücük şeyler peşinde mutlu olmak” olduğu su geçirmez bir netlikle ruhunu kapsarken, tam olarak ne istediğini bilememe durumu “mutlu olmak bu kadar basit olamaz” propagandasıyla, bu netliğe her defasında meydan okur.

Bugün, bir şarkıda bulduğun huzuru, yarın almış olduğun pahalı bir hediyede tamamlamaya çalışırken, yüklenmiş olduğun tüm duygularının seni bir süreliğine terk ettiğini duyumsar, anlamsız bir ifadeyle kalakalırsın oracıkta.

-me olumsuzluk ekinin en çaresiz kaldığı noktadasındır şimdi. Konuşamazsın, yazamazsın, ağlayamaz, gülemezsin. Çünkü HİSSEDEMEZSİN.

İçinde ki o boşluğu, başka bir boşlukla dolduramayacağını öğrenmişsindir çoktan. Bu yüzden, yine beklemeye alırsın kendini, egemenliği ele almış o kasvetli boşluğun dolması için.

Duyguların bu kadar yoğun yaşandığı bedenlerin, arada bir teklemesi, hissizleşerek kendini rölantiye alması normaldir. Düşünün ki, bu bedenler, iflah olmaz bir dalaletle “bile bile lades” demenin riskinden, mazoşistçe haz alan insanlardır.

Çünkü, duyguların mantığına tur bindirdiği uzun soluklu bir koşunun düşe kalka ilerleyen kahramanlarıdır onlar…

Bu kadar harfe, onca kelimeye, kurulmuş ve zihinde kurulmaya yüz tutmuş yüzlerce cümleye mahcup bir tutumda bitiriyorum bu hikayeyi. Üzgünüm, herhangi bir sonuca varamayacağım belirsiz bir yazı oldu. Ve üzgünüm, sonu yok bu gidişatın.

3 Mayıs 2011 Salı

Öğrendiğim Bir Şey Var

Çocukken bahçemizi süsleyenler arasında, varlığından en çok mutluluk duyduğum çiçek, yasemindi. İfademde huzurlu bir tebessümün oluşması için 'sadece var olması yeterli' olan şeylerden biridir bu çiçek. O zamanlar, gün batımına yakın bahçede kurulan soframızı şenlendirmek için, dalından koparmaya kıyamaz, yerlere dökülenlerle yetinirdim hep. Büyüdüm, koca kız oldum, hala yasemin topluyorum yerlerden.

Küçükken sahip olduğum ruhumdan hiçbir şey eksilmedi anlayacağınız. Olan, bitene, gelen, gidene, tek bir kelimeye, bazen sıradan bir kaldırım taşına bile, gereğinden fazla anlam yükleyen bir insan olmak, hep aynı kırılganlıkları getiriyor aslında.

Öyle olunca da, eksilmeyen ruh, bu defa hüsranlarla çoğaltıyor kendini. Belki de bir şey olmasın diye, gözünün içine baktığım dalında ki o beyaz yasemine kıymayı başarabilsem, benim de gönlüm kırılmayacak bu denli. Kıya kıya, o da duyarsızlaşacak kırgınlıklara. Hüsran yağmurlarına tutulup, ardından gelen hüzün hastalığını ayakta geçirecek belki. Ama, belki.

İnsan bazen duyguların tutsağı olabiliyor, yaşanmışlıkların esiri, düşüncelerin kölesi. Benim yazarken yüzümü buruşturduğum şu cümleyi okuduğunuzda, sizin de içiniz sızlamadı mı? Duygular, düşünceler, anılar, hele ki mis gibi tertemiz hatıralar, nasıl olur da sizi köşeye sıkıştırıp, özgürlüğünüzü elinizden alabilir. Onlar değil mi soluk alıp vermekten ibaret olmadığımızı kanıtlayan şeyler.

İşte, bazen sırf bu yüzden radikal kararlar alıp, karakterinizi zedeleyen, ruhunuzu acıtan, sizi siz olmaktan çıkarıp bir yerlere ya da bir takım kişilere bağımlı hale getiren düşüncelerden, duygulardan, anılardan kurtulmak gerek. Ben tüm cesaretimle, kendime rağmen, bana dokunanlara birer birer kıydım. Öyle bir katliam yaptım ki, değerlerime saygı duymayan tüm yakınlarımı uzaklaştırdım kendimden. Şimdi, etrafımda var olan kalabalıkta yalnızlığımın keyfini çıkarıyorum. Tek başına olmanın bencilliğinde, sadece kendi isteklerim doğrultusunda rüzgarla dans edip oradan oraya savuruyorum kendimi. Size de tavsiye ederim.

Ama nedense, hala kıyamıyorum dalında ki yasemine.

Ataol Behramoğlu’nun da dediği gibi;

Yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey var:
Yaşadın mı büyük yaşayacaksın, ırmaklara, göğe, bütün evrene karışırcasına
Çünkü ömür dediğimiz şey, hayata sunulmuş bir armağandır
Ve hayat, sunulmuş bir armağandır insana

9 Aralık 2010 Perşembe

HAZMEDECEKSİN, AZMEDECEKSİN...

"İnsan hayatta en çok neye önem veriyorsa önce ondan vazgeçmeli" diyordu okuduğum bir kitap. Teoride algıladığım ama eyleme dökemediğim bir öğretiydi bu. Evet, bir öğreti olarak aldım bu sözü çünkü beni yavaş yavaş ele geçirmekte olduğunun farkındalığına vardığım bi şey vardı ruhumda.

Çoktandır ülkemin tahtına oturttuğum ve yönetimi neredeyse tek başına üstlenmesine izin verdiğim gururumun, günün birinde kibire dönüşeceğini nereden bilebilirdim. Kibir, en büyük günahlardan biri. Kibir, insanı en çok delen geçen tavırlardan bir tanesi.

Ülkeniz fazla istilaya maruz kalmışsa, surlarınızı yükseltmeye başlarsınız. Yağmalanmış mekanlarınızı tamir etmeye çalışır, yıpranmış topraklarınızı nadasa bırakırsınız. Daha güçlü görünmek adına da alırsınız gururunuzu oturtursunuz baş köşeye. Sanki hiç kalkmayacakmış gibi de köşe yastıklarıyla pohpohlarsınız, tek başına iktidara getirdiğiniz gücünüzü.

Gidebildiğiniz en son nokta kilitli sur kapılarınız olur sonraları. Ve daha sonraları bir bakmışsınız kapıdan kimse giremez olmuş, gururunuz kimsesizlikten kibir dolmuş.

Oysa kabullenmek gerek yenilgileri. Güçsüz düşmek gerek. Güçsüz olma özgürlüğünü tatmak gerek. Yere düştüğünde izin ver, biri girsin koluna. Kalkmana yardımcı olsun. Tek başına, hiç bir yere tutunmadan ayağa kalkabileceğini biliyorsun zaten. Bırak, biri yardım etsin sana. Yardıma ihtiyacın olduğu hissini yaşa. Hazmet, yaşadıklarını. Azmet, kibirini göndermek için.

Şimdi, yenilginin insan olabilmenin bir gereği olduğunu anlamaya, gururumda bulamadığım şefkati yenilgimde keşfetmeye gidiyorum. Her kaybedişte gururumun kendiliğinden yükselen surlarının yıkılacağını biliyorum artık. Gidiyorum. Kendime tekrar tekrar kaybedebilme şansı tanımaya gidiyorum.

Eyvallah...

4 Kasım 2010 Perşembe

2010 KPSS CHAPTER II

Geçen Temmuz ayında gerçekleşen 2010 Kpss herkesin bildiği üzere soruların çalınmış olmasından dolayı iptal edilmişti. Ne yapalım, ülkemizde bazı cemaatların kolu uzun. Nasıl oluyorsa artık ÖSYM'den soruları sızdırmışlar. Neyse ki ülkemize HENÜZ şeriat gelmediğinden, bu arkadaşlar ellerinin kollarının kesilmesinden de yırttılar.

İptal edilen bu sınavın ikinci etabı geçtiğimiz pazar günü gerçekleşti. Yazının başlığından da anlaşılacağı gibi, daha doğrusu anlaşılamayacağı gibi, yüzünde anlamsız ifadelerle bir dolu öğretmen adayı "ben dahil" ordan oraya deli danalar gibi savrulurken görüldü.

Sınava gireceğimiz bina girişinde polisler tarafından öyle detaylı arandık ki, google'ın arama motoru yanında halt etmiş. Hele ki sınav salonunu bulup sıramıza ulaştığımız vakit öyle güzel bir süprizle karşılaştık ki tüm kurbanlar, duygu dolu dakikalar geçirdik. Küçük pet şişede okunmuş suyumuz ve yine okunmuş 3 adet olips şekerimiz bize el sallayan küçük, sevimli susam sokağı karakterleri gibi beliriverdi gözümüzün önünde. Tabii yanında 2 adet "Fatih" marka sınav kalemi, silgi ve kalemtraş da cabası.

Ösym tarafından okunup üflenmiş olduğunu varsaydığım şeker ve suyu hüpleten ben, tekrar bir dua okuma girişiminde bulunmadığımdan sınavda ters kepçe gelip, resmen tersimi tersden gördüm. Bu da ne demek derseniz eğer, yazının başlığını tekrar okumanızı rica eder, benden bu konuda çok da anlamlı cümleler sarfetmemi beklememenizi umarım. Sınavda 3 kere arkadaki arkadaşın "kardeş uyan artık" dürtmesiyle kendine gelen ben, her kendime gelişimde, karşılaştığım sorunun daha önce hiç görmediğim bir soru olduğunu farkına varıp, kendi kendime "Evo, kızım bu iş yaş" dedim.

Sınav sonunda teselliyi eğitim bilimleri konuları arasında arayan ben, "öğrenilmiş çağresizliğimle" boynu bükük bir şekilde ayrıldım sınav yerimden. Ve Nostradamus'un kehanetlerine tek rakip geçtiğim,yine eğitim bilimleri konusu olan "kendini gerçekleştiren kehanet" ceplerimde bana kalan ders kırıntıları oldu.

Bugün yazımı sınavı kötü geçmiş KPSS mağdurlarına, Orhan babadan "Bir Teselli Ver" şarkısını armağan ederek bitirmek istiyorum.

Olmadı mı?

Bu da mı gol değil ?
:)

20 Ekim 2010 Çarşamba

DOMATES


Artık bahçemizde, balkonumuzda kaçak domates yetiştireceğiz ama sadece yemek için. Ya da artık kuyumcularda altın yerine çeri domates taşlı yüzükler, domates suyuna bandırılmış kolyeler satılmalı. Bu ne zamdır böyle?

MOBBING

Mobbing, Latince de psikolojik şiddet, baskı, kuşatma, taciz, rahatsız etme veya sıkıntı vermek anlamına geliyor. Özellikle hiyerarşik yapılanmış gruplarda ve kontrolün zayıf olduğu örgütlerde, gücü elinde bulunduran kişinin ya da grubun, diğerlerine psikolojik yollardan, uzun süreli sistematik baskı uygulamasıdır.

Mobbing sözcüğü önceleri çocukların birbiriyle olan zorbalık ilişkilerini tanımlamakta kullanılmıştır. İşyerlerinde de 1950-1960’lı yıllarda yapılan araştırmalar, mobbingin sadece çocuklar arasında yaşanmadığını ortaya koymuştur. Zaman ilerledikçe de şiddeti artarak yaygınlaşmıştır.

Gelişimin belirli bir döneminde, kazanması gereken başarı duygusunu tatmamış çocukların, erişkin olduklarında, edindikleri kariyerleri onlarda şişkin bir egoya neden oluyor. Onlar da gazlarını, zeki, yaratıcı ve dürüst kişilere püskürterek, o yılların öcünü alıyorlar. İşte bunun adına da “Mobbing” deniyor. Bu da benim mobbing tanımım işte.

Bu kanıya, okul yıllarımda görmüş olduğum “gelişim ve öğrenme” dersinde ki, “Erikson’un psikososyal gelişim dönemleri” konusunun, aklımda kalanlarından vardım. İnsanların karakteristik özelliklerinin, tamamı değilse de büyük bir kısmı, çocukluk yıllarına dayanıyor. 6-12 Yaş dönemi de “Başarıya karşı aşağılık duygusu” olarak adlandırılıyor. Çocuk başarısız olduğu her deneyimden sonra yetersizlik ve aşağılık duygusuna kapılıyor bu dönemde. Eğer bu dönemde çocuk başarı duygusunu tatmazsa işte büyüdüğü zaman bu zat-ı muhterem büyük bir hırsla çalışıp, kazanıp kariyer elde ediyor ve edindiği bu başarı duygusunu hazmedemiyor. Hazmedemediği gibi de etrafında ki başarılı insanlara baskı, taciz gibi psikolojik yollarla rahatsız ediyor. Bu yüzdendir ki çocuğun o yaş döneminde, başarılı olabileceği etkinliklere yönlendirmek çok önemli bir sorumluluktur ey anne babalar.

Evet, sosyal mesajımızı da verdikten sonra konumuza dönersek,
Mobbinge uğrayanların genel özellikleri;

• İşini çok iyi, hatta mükemmel yapan;
• İlişkileri olumlu olan ve çevresindekilerce sevilen;
• Çalışma ilkeleri ve değerleri sağlam, bunlardan ödün vermeyen;
• Dürüst ve güvenilir, kuruluşa sadık;
• Bağımsız ve yaratıcı;
• Zorbanın yeteneklerinden üstün özelliklere sahip olan kişilere yöneliyor.

Zorbalar ise, aşırı kontrolcü, korkak, nevrotik ve iktidar açlığı olan kişiler olarak tanımlanıyor.

Mobbing çok çeşitli şekillerde mutlaka hepimizin karşısına çıkmıştır.
Kendinizi göstermeniz ve iletişim oluşumunuzu etkilemek için, sözünüz kesilir, yaptığınız iş sürekli eleştirilir, jest ve bakışlarla ilişki kesilir, yazılı ve telefonla tehditler vs.
Ya da sosyal ilişkileriniz yıpratılmak istenir, bu yüzden, kimse sizinle konuşmaz, diğerlerinden ayrılmış bir işyeri verilir, çalışanların sizinle ilişkiye geçmeleri yasaklanır, orada değilmişsiniz gibi davranılır.
Başka bir yol da itibarınıza saldırıdır. Arkanızdan kötü konuşulur, asılsız söylentiler çıkarılır, kararlarınız sürekli sorgulanır, özgüveninizi olumsuz etkileyen bir iş yapmaya zorlanırsınız.
Ve ya yaşam kaliteniz ve mesleki durumunuz düşürülmek istenir. Bu yüzden özel görevler verilmez, daha az nitelikli işler verilir, işiniz sürekli değiştirilir, özgüveninizi etkileyecek işler verilir.
Ve en son nokta, sağlığınıza doğrudan saldırıdır. Fiziksel olarak ağır işler yapmaya zorlanırsınız, fiziksel şiddet tehditleri yapılır, doğrudan cinsel taciz ve fiziksel zarar görürsünüz.

Özellikle büyük kurumsal firmalarda çalışıyor iseniz, çok dikkat etmelisiniz. Kimseyle anlaşmazlığa girmemelisiniz. Özellikle de o şirkette 10- 15 senelik çalışanların yanında siz henüz birkaç yıldır oradaysanız aman diyeyim, ağzınızı bile açmayınız. Çünkü mobbing olayı sadece o zorbayla kalmaz. Saldırganlığa zorbanın dışında yönetim veya iş arkadaşları da katılabilir. Çünkü onlar oraya çöreklenmiş, orayı parsellemiş ilk çağ kabilesidir. Hiçbir yeniliği, yaratıcı fikri kabul etmezler. Aslında edemezler, ayak uyduramazlar çünkü. Çünkü tembeldirler ve öğrenmeye açık değillerdir. Sallabaşı al maaşı mantığıyla yaşadıklarından ot gelmişlerdir, ot giderler. Ayakları üzerinde durabilen, kendi hakkını savunan, özgüveni yüksek çalışana da asla tahammülleri yoktur. Onu daha önce gelenlere yaptıkları gibi sindiremedikleri için de bir sonraki aşamada kurbanı, sorunun kaynağı, problemli ya da akıl hastası olarak damgalarlar.
Süreç, işe son verilmesi ya da kişinin ayrılması ile tamamlanır. Bu sonuç, çoğunlukla mobbingin bitmesi anlamına gelmez, çünkü benzer bir iş kolunda çalışmak zorunda olan kişi kötü huylu, asi ya da işten anlamaz olarak damgalanarak referansları kirlenmiş olur.

Mobbingi bizzat yaşamış, hem de fikirlerin özgürce söylenmesi gerektiğini savunan bir basın kuruluşunda yaşamış biri olarak, verebileceğim tek tavsiye şudur. Eğer yönetimle de bu işi çözemiyorsanız ya başka bir işe geçmek ya da kendinizi daha çok geliştirmek ve o insanlara karşı mütevazılıği bırakıp tüm üstün özelliklerinizi onlar üzerinde ezici bir savaş aleti olarak kullanmak. Bu biraz sinir bozucu bir yöntem olabilir ama inanın bana bir noktadan sonra karşınızda size verecek yanıt bulamamanın verdiği çaresizliği yansıtan o gözleri gördükçe çok keyif alacaksınız. Hele ki o size ciddi bir tavırla mobbingini uygulamaya çalışırken siz ona alaycı ve hafif gülümseyen bir tavırla karşılık verdiğinizde, yaşattığınız sinir harbi sizi pek rahatlatacaktır. Hatta duygulanıp gözleriniz bile nemlenebilir, kendinizle o kadar gurur duyarsınız yani.

Neyse olayı fazla abartmadan son olarak şunları söylemek isterim. Hiçbir şekilde mobbin durdurulamıyorsa hukuksal olarak dava açma hakkınız vardır. Avrupa'da konuyla ilgili çok sayıda dava bulunmakta ve ağır para cezaları uygulanmaktadır. Benzer davaların Türkiye’de de açılmasının sağlanması, mobbing konusunda bir bilinç oluşturulması ve işverenin keyfi davranışlarının sınırlandırılması ve ortadan kaldırılması, sendikaların bu konuda etkinliklerinin artırılması mobbingin azaltılması yönünde önemli bir adım olacaktı
Türkiye'de mobbing davaları açılmaya başlanmış olup, Şubat 2006'da Jeoloji Mühendisleri Odasına dava açan Tülin Yıldırım bu davayı Aralık 2006'da kazanarak ilk örneği oluşturmuştur.

Türkiye’de mobbingin azalması dileği ile...

19 Ekim 2010 Salı

Sakin ol şampiyon!

Gururluyuz, başbakanımız ismini markalaştırdı. Biz hala işsiziz, biz hala et yiyemiyoruz, biz hala bakkaldan manavdan boynumuz bükük çıkıyoruz ama olsun, efendimiz kıymetlimiz artık bir marka... Bu da yeter!

9 Ekim 2010 Cumartesi

YASEMİN AYDENİZ ÖZGÜN BASKI VE RESİM SERGİSİ


1970 Yılında Urla’da doğan Yasemin Aydeniz’in resim merakı, çoğu sanatçıda olduğu gibi küçük yaşlarda evlerinin duvarlarında başladı. Ailesinin söylediğine göre ilk eserlerini, annesinin krem sarı renkli mutfak sandalyelerinin üzerine çizdi. Yıllar sonra kızı da annesi gibi resim merakını duvarlarda giderecekti…

Evli ve bir çocuk annesi olan Yasemin Aydeniz lise eğitimini tamamladıktan sonra Buca Eğitim Fakültesi Resim Öğretmenliği Bölümünü kazandı. Fakat öğrencilik yıllarında tanıştığı eşinin görev yerinin, İzmir dışında olması nedeniyle okulu yarıda bırakarak evlendi ve İzmir’i terk etti ama resme olan ilgisi hep devam etti. Üç sene Selanik’de yaşadı ve Tc. Selanik Başkonsolosluğu için davetiyeler hazırladı. 1994-2006 yılları arasında çeşitli firma ve kuruluşlara “Amblem – logo, afiş, web tasarımı ve diğer grafik ürünlerde tasarımlar hazırladı.

Resim merakı onu grafik eğitimi almaya yönlendirdi. Çünkü hem resim yapacak hem de görsel tasarımlar yapmayı öğrenecekti. Bu yüzden 2001 yılında, o zamanlar Elazığ’da yaşıyor olmasından dolayı Fırat Üniversitesi Teknik Bilimler Meslek Yüksek Okulu Grafik bölümü sınavlarına girdi. 30 yaşından sonra hem eş, hem öğrenci hem de 3,5 yaşında oğlu olan bir anne oldu. Ama bu durum ona ağır gelmemiş olmalı ki bölüm birincisi ve okul ikincisi olarak 2003 yılında mezun oldu. Ayrıca 2003 yılında Fırat Üniversitesi Resim Klubünü’nün üniversiteler arasında düzenlediği Resim yarışmasında ikincilik ödülü aldı.

İki yıllık bir Meslek Yüksek Okulu bana yeterli gelmedi diyerek dikey geçiş sınavlarına girdi. Ve Süleyman Demirel Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Grafik bölümünü kazandı. Buradan da 2007 yılında bölüm ikincisi ve Fakülte üçüncüsü olarak mezun oldu.

Halen devam etmekte olan Urla Sanat Geceleri’nde, Resim Sergilerine katılan Yasemin Aydeniz’in, Urla’nın yerel bir gazetesinde kısa dönem bir köşe yazarlığı geçmişi bulunmaktadır.

Urla’da kurmuş olduğu reklam ajansında, bilgisayar ortamında tasarımlar yapmaya devam eden Yasemin Aydeniz, aslında “Ben ellerimin boyanmasını seviyorum” diyor. Bu yüzden de yağlıboya ve pastel boyaya daha sık dokunuyor. İşte, bu sıcak dokunuşları insanlarla paylaşmanın vakti geldiğini düşünerek ilk resim sergisini açmaya karar veriyor aniden. Kısa zaman içinde öğrencilik yıllarında yaptığı Özgün Baskı Resimleri, tuval üzerine yağlıboya ve akrilik çalışmalarını ve birkaç pastel boya ile yapılmış reprodüksiyon çalışmalarını sergi için hazır hale getirip bu işi kesinleştiriyor.

“Sergimin belli bir teması yok” diyen Yasemin Hanım, sergisinin ismini “40 BİR” koymuş. Bunun nedeni ise 40 yaşında gelen ilk sergi olmasıymış. Resimlerini herhangi bir sanat akımı içinde adlandırmıyor ama genelde her ressam gibi çalıştığı konulara kendi yorumunu katmaya çalışıyor. Gördüğünden çok hissettiğini resimlemeye özen gösteren ressamımızın kullandığı renkler genelde kontrast renkler çünkü o zıt renklerden yaralanmayı seviyor.

Sergide, okul döneminde yaptığı metal ve ağaç gravürler, linol baskılar ve monotip baskılar bulunmakta. Bunlar çeşitli konulardan oluşuyor: Eski Isparta Evleri (Fakültedeki bitirme projesi), renk renk balıklar, natürmortlar ve en çok da hüzünlü kadın portrelerinden oluşuyor. Ayrıca Atatürk konulu iki çalışma da sergide yerini alacak çalışmalardan.
Fakülteden mezun olduktan sonra Tuval üzerine yaptığı çalışmaların konuları da gene balıklar ve kadın portrelerinden oluşmakta.


Yasemin Aydeniz’in Özgün Baskı ve Resim Sergisi’nin açılışı, 11 Ekim 2010, saat 18.00’da Urla’da, Necati Cumalı Anı ve Kültür Evi’nde gerçekleşecektir. Sergi 18 Ekim 2010 tarihine kadar gezilebilecektir. Tüm sanatseverler sergiye davetlidir.

Menejer ve küçük kız kardeş Elvan Karanfil gururla sundu 

29 Eylül 2010 Çarşamba

KENDİME YENİ BİR BEN LAZIM DİYENLERE...

Uzun bir süredir hiçbir şey yapmak gelmiyorsa içinizden bir şeyler ters gidiyor demektir.
Ya da keyif veren şeyler azaldıysa hayatınızda yeni bir dönüm noktasına geldiğinizi işaret eder bu belirtiler.

Her kapatılan kahve fincanında hep aynı şeyi dilersiniz ya, ya da uykuya dalmadan önce edilen duaların başında gelen o dilek, hani olursa sizi heyecandan duvardan duvara çarpacak olan… İşte o bile artık sizin kılınızı kıpırdatamıyorsa bir dokunuşa ihtiyacınız var demektir. Sihirli bir dokunuşa…
Sizi mezarınızdan kaldırıp diriltecek güçte bir dokunuşa.

Bazen olur ya uzak bir sahil kasabasına gitmek istersiniz herkesten gizli. Oysa zaten bir sahil kasabasında alıyorsunuzdur soluğunuzu. Olsun. Ama uzak olsun. Hani uzun bir süre geri dönmek istemezsiniz belki de hiçbir zaman istemezsiniz, olur ya…

Gitmekle kalmak arasına sıkışan siz...
Gitmemezlik yapamazsınız ama sonra gelmemezlik de olmaz dedirten bir karmaşayla sıkışıp kalırsınız bu gelgitlere.

Geldiğiniz yerde ki siz gittiğiniz yerde ki size benzer mi hiç?

Kendime yeni bir ben lazım diyenlere…
Sihriniz bol olsun…
Keyfiniz de

7 Eylül 2010 Salı

KENDİNİ GERÇEKLEŞTİREN İNSAN

“Jaguar diyince insanların aklına bir araba markasının gelmesi, gerçek bir jaguarın umurunda değildir. Çünkü jaguarların imaj kaygısı yoktur.”

Bir sosyal paylaşım sitesinde, Eyvah Necdet karakteri adına açılmış bir hesaptan alınmış cümleler bunlar. Okuduğumda yüzümde beliren bir gülümsemeyle birlikte hafif bir rahatsızlık barındı hücrelerimde. Birazdan geleceğim bu rahatsızlık mevzuna.

Eyvah Necdet’i bilmeyen yoktur. Bir zamanların unutulmaz dizisi, “Bir Demet Tiyatro”da mahallenin bıçkın delikanlısı Mükremin Çıtır’la, herkesin sabrını zorlayan Laz bakkal amcayla, algılarına müebbet hapis cezası verilmiş saf Telviye teyzeyle, Mükremin aşığı Feriştahla, tıfıl Fıdılla ve nice başarılı karakterle birlikte yer almıştır, hayvan sever Eyvah Necdet. Hayvanlarla ilgili bu tarz garip ama düşündürücü sözleriyle hatırlanır Necdet.

Kısa bir hatırlatmadan sonra, bana rahatsızlık veren jaguar mevzuna gelelim.
Bu aralar sanki emniyet teşkilatında, sorguda çalışan bir polis memuru gibi hissediyorum kendimi. Ruhumda var olan irdeleme gücüm katbekat artmakta. Sorgu sual arttıkça da hem zihin yoruluyor hem de daha bi’ depresif oluyor insan. Bir de sorgulanan kişi kendinsen ve aynı zamanda da sıkı bir sorgucuysan yandın. “Ne kadar az şey bilirsen o kadar mutlusun,”sözü gerçekten doğruluyor kendini bu durumda.

Rahatsız bir insan olarak, Jaguarla ilgili bu yazıyı okuduğumda da, bi’ sıkıntı kapladı içimi. Çevreme bakındım ama önce kendime baktım. Ben de bile bir imaj kaygısının var olduğunun farkına vardım.”Ben bile” derken, “Önce kendin ol kardeşim. Yaftalama kendini, kimseyi. Medyanın bizim için uydurduğu tüketim kandırmacasına düşme” diye martaval okuyan “ben”i kastettim.

Bu konuyla dolaylı olarak bağlantısı olan, Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisi piramidinden bahsedeceğim biraz. Hümanist psikolojinin kurucularından olan Maslow, bireyin kişilik gelişiminde, piramidin alt kısmında temel gereksinimleri, üst kısmında ise üst düzey gereksinimleri olduğunu söyler.



Kişilik kategorileri kendi aralarında bir dizilim oluştururlar ve her ihtiyaç kategorisine bir kişilik gelişme düzeyi karşılık gelir. Birey, bir kategorideki ihtiyaçları tam olarak gideremeden bir üst düzeydeki ihtiyaç kategorisine, dolayısıyla kişilik gelişme düzeyine geçemez. Lakin Maslow amcamızın bu kuralı her zaman ve her insanda aynı işlemez. Aslında dönüp çevremize baktığımız zaman pek az “kendini gerçekleştirmiş” yani bu piramidin hepsini yemiş yutmuş, sonra bir bütün olarak çıkarıp kendi hayatına monte edebilmiş insan görüyoruz. Sonra da dönüp “Hayır, bu da mı insan? Bu insansa diğerleri nedir? “ diye garip monologlar kuruyoruz içimizde.

Bir başka deyişle, gerçek bir jaguar edasıyla, imaj kaygısı gütmeden nefesini alabilen, gereksiz egolarından sıyrılmış yahut bu egoları olumlu aktivitelerle kimseye zarar vermeden, gidermiş canlıya kendini gerçekleştirmiş insan diyoruz. Bu durumda, jaguarlar da mı kendini gerçekleştirmiş canlı kategorisinde yer alıyorlar diye sormayın sakın yoksa mevzu uzar, araştırma büyür ve toparlanması imkânsız saçma bir hal alır. Neyse…

Modern dünyanın, doğallığı yok eden, modern bir maskesi bu imaj dediğimiz şey. Boyalı kişiliklerden ibaret hemen hemen herkes, kendimiz bile. Sahip olduğumuz blackberry, eğlenmek için gittiğimiz şehrin en popüler mekânı, jaguar marka arabamız, alışveriş yaptığımız markalar bizim imajımız. O elbiseler içinde ki yüreğimizin, fikrimizin, ruhumuzun kimse farkında değil. Farkında olan da zaten 3-5 kişi.

Maslow'un ihtiyaçlar hiyerarşisine inat, bizler daha tamamlayamadan genel ihtiyaçlarımızı, hayat standardımızı daha yükseklere çıkarmak için, doğamızdan uzaklaştırılıyoruz. Bilinç düzeyini yüksek tutmak gerek yoksa imaj kaygımız hep güncel kalacak.

Kendim gibi olduğum zamanları özlüyorum bazen. Bu farkındalığın sunmuş olduğu bir başkalaşım ya da mecbur kıldığı. Su boyumuzu aşmadan, ayaklarımızın yeniden toprağı hissetmesi gerek!



Elif Şafak’tan, Şems’in 23. kuralı der ki…

… Şu hayatta ne yaparsak yapalım, niyetimizdir farkı yaratan, suret ile yaftalar değil!

3 Eylül 2010 Cuma

AŞK ŞERİATI

Aşksız geçen bir ömür beyhude yaşanmıştır. Acaba ilahi aşk peşinde mi koşmalıyım, yoksa dünyevi, semavi ya da cismani diye sorma!
Ayrımlar ayrımları doğurur.
Aşk'ın hiçbir sıfat ve tamlamaya ihtiyacı yoktur.
Başlı başına bir dünyadır aşk. Ya tam ortasındasındır, merkezinde ya da dışındasındır, hasretinde…

Elif Şafak

Elif Şafak'ın “Aşk” adlı romanından bir alıntı… Tam 1 sene önce, tüm cümlelerini zihnime kazıyarak okuduğum ve o kitapla geçirdiğim dakikaların sona ermesini geciktirmek için, kitabı her elime alışımda sadece birkaç sayfasını okuyup bıraktığım, sonra gözlerimi kapatıp, o cümlelerin zihnimde ki dans edişlerine eşlik ettiğim kitap… Önceleri ben de herkes gibi gerçekten, Şems-i Tebriz'in kurallarından biri olduğunu sanıyordum bu cümlelerin lakin birkaç google araştırmasından sonra Elif Şafak'ın çeşitli Sufi kaynaklardan devşirip kitaba yerleştirdiğini öğrendim bu 40 kuralı. Ama sonuç başarılı, bu değerleri bize anımsatıp, bu denli güzel bir anlatımla yüreğimize işlediği için teşekkürler Elif Hanım'a.


Yürümek kafidir... belki de durup beklemek de yeter...
Yeter ki zarar vermeden barınsın bünyede, gidecekse de aşkının şiddetine yenik düşüp, çelme takıp, kaçmadan...
Ne az hissettirsin aşkı, ne de gereğinden çokkk !
Herşey kararında olsun dileğim...

Elvan Karanfil


ARTniyetli,HOŞ BEŞ NİYETLİ,İYİ NİYETLİ HAYALLER...


* 12 Eylül Referandumundan hayır çıksın istiyorum.

* Mümkünse yılın 7 ayını ilkbahar, 3 ayını sonbahar ve 2 ayını da kış mevsimi olarak geçirmek istiyorum.

* Alaçatı'da, geçen seneye kadar surf okullarının dizinin dibinde olan Babylon'un, yine orada olmasını istemekle kalmayıp, orada daimi bir bohem hayatı geçirme hayalleri içindeyim.Her gün,minderlerin üzerinde, gün batımını denizin mavisiyle birleştirip bu huzuru Cafe Del Mar ve Loung müzikle şereflendirmek istiyorum. Ayrıca elimde de hiç bitmeyen bir Mojito bardağı olsun istiyorum.


* Arkadaşım, kardeşim Recep'in öğretmen olmasını istiyorum ama atanıp gitsin istemiyorum.

* Lemur hayvanım olsun istiyorum.Onu besleyip büyütmek, yemeyip yedirmek, giymeyip giydirmek, ayağımda sallayıp uyutmak istiyorum.O benim çocuğum olsun istiyorum.

* Elimde fotoğraf makinem, kulağımda müziğim, sabahtan akşama yürüyüp, fotoğraf çekmek istiyorum. (Mümkünse bayıltan sıcaklar geçince!)

* Biri bana artık dur desin istiyorum.Yoksa bu kadar fevkaladenin fevkinde hayal bünyeme ağır gelebilir. Balatalarımı yakıp dengemi bozup beni savurabilir.

* BİTTİ

11 Ağustos 2010 Çarşamba

ZİHİN VE YÜREK KAPIŞMASINDA HEP YÜREĞİ KAZANANLARIZ BİZ VE BU YÜZDEN HEP YÜREĞİ ACIYANLARIZ!

Bir yıldız kaymadan dilek tutamayanlardık biz çocukken.
Öyle sağdıktık kurallara.

***
Şimdi aşkımız kayıp giderken ardından dua edenleriz.
Öyle bağlıyız yazgımıza.

***
Gözleri nemli, kalbi tetikte, Zihni küskün, ruhu hasta
Erişkinler olduk biz.

***
Çocukluğumuzda ki cahil cesaretimize inat, bilmediği sokaklarda kaybolmaktan
korkanlar olduk biz
***
Korktuğu hep başına gelenleriz biz.

***
Zihin ve yürek kapışmasında hep yüreği kazananlardanız biz...
Ve bu yüzden hep yüreği acıyanlardanız!

***
Öyle çok yapmışızdır ki aynı hatayı, aynı algısal salaklıkla...
Ama uslanmaz ruhumuz, ne olacağını adı gibi biliyor olsa da fütursuzca rahatta ve
salakta devam eder soluk almaya.

***
Her ne kadar "evrene ne gönderirsen karşılığında onu alırsın" gibi Kuantum zırvalıklarına inanmıyor gibi görünse de, gizli saklı, çıkmaz sokaklarında,
bir inancı vardır.
Bu yüzden her defasında aynı teraneyi yer, aynı moka batar. Aynı hataya düşer.

***
Ama riski sever.

***
Risk sonrası yerle yeksan olmuşsa hayalleri, bilir kırıkları tek tek toplamayı.
Sonra yapıştırmasını da iyi bilir hepsini.
Eski özüne kavuşması için, kırıklı hayallerin içine bir tutam bal katıp,
eski tadını verirken, aynı zamanda eski sağlamlığına kavuşturur yapışkanıyla.

***
Düşmek kaçınılmazsa şayet, nasıl düşmesi gerektiğini de bilir…
Uf olan yaralarını ıslık çala çala üfleyerek soğutur.

***
Zihninde ki “Nereye gitmekte bu beden?” sorusuna aldırış etmeden,
hiç tanımadığı ruhlarda kaybolmaktan yorulmayanlarız biz.

***
Yine yeni yeniden hiç bilmediği sokaklarda cahil cesaretiyle aldığı riskin
heyecanını taşıyan
küçük çocuklarız biz.

***
Her defasında, yeni bir oyun için, yüreğinde kıpırtı duyan
ve kendini başlat düğmesine basmaktan alı koyamayan,
uslanmaz yaramaz,
erişkinleriz biz.

***
“Korkarak yaşıyorsan, sadece hayatı seyredersin”e inanlarız biz.

***
Biz
Zihin ve yürek kapışmasında her zaman yüreği kazananlarız…
Ve bu yüzden hep hayatı yakalayanlarız!

5 Ağustos 2010 Perşembe

SİVRİSİNEKLER ÖLSÜN İSTİYORUM


Hayatımda gördüğüm en sinsi mahlûkattır şu sivrisinekler. Kaşla göz arasında, çaktırmadan emip kaçıyorlar kanımızı, bu şerefsizler. Tatlı tatlı kaşıntısı da sonradan çıkıyor. Tüm gece em em, hayvan çatlamıyor da orta yerinden yahu. Hayır, artık senin kanını taşıdığından duygusal bir bağ oluşuyor aranda, vurup patlatamıyorsun duvara. Hem patlatsan ortalık kan revan olacak, öyle böyle emmiyorlar çünkü. Her yerimiz kaşımaktan yara bere. Of pof afra tafra… Sivrisinekler ölsün istiyorum.

FAZLA KAPATMA KAPILARINI

Geçen haftaların birinde 3 kız arkadaş toplandık ve İzmir’in tarihi mekânı Asansör’de Hakan Demirtaş’ı dinlemeye gittik. Gün batımının o güzel deniz manzarasıyla birleştiği bu mekânda huzuru yakalamanın bünyemizde yarattığı gevşeme bir müddet sonra yerini duygusal bir dalgınlığa bıraktı. Çünkü gelmiş geçmiş en güzel aşk şarkıları, Hakan’ın yorumuyla birleştiğinde, sizi alıp en kuytu köşelerinizde kalmış, gizli saklı hayallerinizle baş başa bırakıyor. Arkadaşımdır diye söylemiyorum ama mutlaka gidilip dinlenesi bir sestir.

Biz böylesi bir kalabalık içinde, var olan yalnızlığımızın keyfini çıkarırken, farkındalık düzeyimizin ani yükselmesi sonucu, iç huzurumuzu terk edip, o gece tüm masaların el ele göz göze âşık çiftlerle dolu olduğunu görüp, hafif bir hayıflanma durumu yaşadık. Sanırım 3 tane hemcinsin gidebileceği en yanlış mekânlardan birini seçmiştik o gece.

Hal böyle olunca sıkı bir tartışma konusunun bizi beklediği gözlerimizde ki ifadelerden apaçık belli oluyordu. Bu zamana kadar çokça sohbete konu olan erkek-kadın ilişkilerinin bir yenisi daha o geceye damgasını vurdu. O tarihlerde medeni hali iki bekâr, bir nişanlı olan bu üç kafadarın ortak paydası, “cesaretten yoksun, fedakârlık kelimesini henüz lügatine yerleştirememiş korkak erkek modellerinin gün geçtikçe çoğalması” konusuydu.

Nereye baksak, kimle konuşsak, Behlül karakteriyle sarsılmış yorgun, bitkin bir Bihter’e çarpıyoruz şu sıralar. Bu kadınların Bihter’den farkı, silahı göğüslerine dayayıp intihar etmek yerine, etraflarında ördükleri surları yükseltmek oluyor.
Ve Şebnem Ferah’ın, “Çakıl Taşları” şarkısında dediği gibi
“ Altında ağ olmadan yerden yükseldin mi?
Tam zevkine varmışken, birden yere düştün mü? “
Mısralarında ki durumu birebir yaşayan bu kadınların, ayakları toprağı hissettiği vakit, gidebildikleri son nokta yüreklerinin kilitli sur kapıları oluyor ne yazık ki.

Gurur kanserine yakalanmış bu kadınlar, ne kadar seviyor olsalar da, üstelik aşklarından öleceklerini bile bilseler, çekip gitmeyi tercih edenlerdir. Kendi ellerini sıkı sıkı tutamayan o elleri bırakıp gidebilecek kadar cesaret yüklü ve güçlü insanlardır onlar. Üstelik her şeyi yapabilecek o gücü, içsel donanımlarından alırlar ve geliştirmiş oldukları karakterleri, işte zayıf düştükleri o anlarda devreye girip, her şeyin üstesinden gelebilecek o inancı onlara yaşatırlar.

Bir serinleme sürecine girmek gerek bu durumlarda. Kalbe tatil verip, fokur fokur kaynayan o mekânın biraz soğumasını sağlamak lazım. Bir müddet o iç sesi dinlemek, ruhu dinlendirmek, hayatı akışına bırakmak şart olur. Tabii ördüğünüz o surlar, sizin üzerinize yıkılmadan, o kapıyı birinin açıp girmesine de yeniden izin vermek gerek bir süre sonra. Zira hayat tüm heyecanıyla devam ediyor.

28 Temmuz 2010 Çarşamba

İŞSİZLİKTE SON NOKTA

Karar verdim. Ben de artık şans oyunları oynamaya başlayacağım. Bundan sonra elime avucuma geçen bütün paramı, “kaz gelecek yerden tavuk esirgenmez” mantığıyla, bu tarz oyunlara harcamak niyetindeyim. Bu sefer çok fena niyeti bozdum. Arkadaşlarım, ailem, ablalarım ağabeylerim, buradan sizlere sesleniyorum. Eğer bende ki bu sevda ciddi boyutlara ulaşırsa, benden haber alınamadığı zamanlarda, beni kendimden geçmiş bir şekilde ganyan bayilerinde “Saldıray birinci gelir abicim, yok geçen hafta tıs çıktı bombacı Suat” gibi tartışmalar içinde bulup “ Ayrıl da gel Ayşe ayrıl da gel” gibi tezahüratlarla yarış izlerken bulursanız panik yapmayın. Hemen en yakın pastaneye gidip benim için sakızlı dondurma almanız yeterli olacaktır, bu durumdan sıyrılmam için. Ya da devletin matematikten nasibini almamış hayalperest insanlar için umut bahşettiği loto bayilerinde, Lostta ki lanetli rakamları kolonlara yazmaya çabalarken, gözlerimde ki o dehşeti yakalarsanız, sakin olun, ürkütmeden yanıma yaklaşıp sakızlı bir Türk kahvesi ısmarlama teklifinde bulunmanız yeterlidir.

Hayır, bu kız neden kendini şans oyunlarına verdi diye soran olacaktır muhakkak. Şöyle açıklayayım efendim. Tabii ki de İŞSİZLİK. Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) verilerine göre ülkemin 3 milyon 71 bin insanı işsiz. Dediklerine göre, geçen sene ki oranlara göre 547 bin kişi kadar bir azalma söz konusuymuş, daaaa ben niye göremiyorum acaba hala o azalmayı. Geçen sene işsiz olan tüm arkadaşlarım hala işsiz. Acaba bizde mi bir iş yok diye geçiriyorum içimden ama düşündüğümde arkadaşlarımın hepsi de yaşlarına ve iş tecrübelerine göre gayet donanımlı, kendilerini geliştirmeye açık insanlar. Nasıl oluyor da şans bu tanımadığım 547 bin kişinin kapısını çalıyor?
Zaten bundan sonra, kapıyı çalarak gelip hayatımızın ortasına yerleşecek şans bizi kesmez, bize, “işteee buradayım” nidasıyla paldır küldür kapıyı kırıp, emrivaki yapacak yüzsüz bir şans gerekli ki bu yüzsüzlüğe can kurban.

Böyle kapıyı bir tekmeyle devirip bizi Adile Naşit şefkatiyle kucaklayacak şansın, bizi bulma ihtimali çok düşük bir olasılık olduğundan, biz bedeviler bir de şans oyunlarında arayalım dedik bu umudu. Belki biz de bir gün, tek işi “babasından kalma gayrimenkullerin kirasını toplamak olan” o insanlar kervanına katılıp “hoşbeş boşleş” bir hayat sürebiliriz. Zaten “sayısaldan parayı bulduğun gün bırakacağın iş, mesleğin değildir” felsefesiyle yaşayan bizler için bu felsefe, bu ülke şartlarında sadece boş bir söylemden ibarettir. Bu yüzden yapmaktan çok da hoşlanmadığımız ruhsal tatminkârlıklara gebe kaldığımız mesleklerle yaşamaktansa en azından hoşbeş boşleş bir hayatın hayalleriyle devletin bizim gibi hayalperest insanlar için uyguladığı umut vergisini vermeye başlayacağım ben de.
Tabii bu sevda fazla sürmez, cepte paralar suyunu çekmeye başladığı vakit ki işsiz insanlar için bu süre göz açıp kapatıncaya kadar gelir, ben de normal hayat belirtileri görülmeye başlanacaktır. Haydi, hayırlısı bakalım.

22 Temmuz 2010 Perşembe

KİM GALİP ?





Eskiden küçük şeylerle mutlu olurduk. Ellerimiz küçüktü, gözlerimiz küçüktü, dudaklarımız küçüktü, kurduğumuz cümleler devrik olsa bile, onlar da küçüktü. Annemizin bir bakışı mutlu ederdi bizi ya da işten eve gelen babamızın cebinde ki bir çikolata. Yani mutlu olmak için büyük şeylere ihtiyacımız yoktu; çünkü çocuktuk eskiden.

“Uf olurdu” canımız yandığında, yüreğimiz acımazdı istediğimiz bir oyuncak alınmadığında. Üzüntülerimiz bile küçüktü, çünkü çocuktuk eskiden.

Amansız bir hastalık gibi fark etmeden bizi kemiren, çocukken nasıl geçtiğini anlamadığımız, şimdi ise geçmesin diye dua ettiğimiz bir zaman kavramı yoktu. O zamanlar, yatcaz kalkcaz yatcaz kalkcaz anneannemize gidecektik, oysa şimdi bir koşu bandının üzerinden izliyoruz, kayıp giden zamanı. Ne kadar arttırsak da tempomuzu, adım sayımız ne kadar fazlalaşsa da biz hep aynı yerden izliyoruz. Hep katılımcısıymış gibi göründüğümüz hayatımızın aslında zamana mağlup izleyicileri miyiz?

Küçük mutluluklarımız yok artık. Babamızın cebinde ki çikolatalar da ve yüzümüzde ki huzurlu tebessümle oynadığımız oyuncaklarımız da. Çünkü şimdi biz zamanın avucunda küçülmüş birer oyuncak olduk. Rüzgâr nereye savuruyorsa orada buluyoruz kendimizi. Çocukluğumuzda hoyratça savurduğumuz zaman şimdi fütursuzca öcünü alıyor sanki bizden. Yitirilen her saniye eksiltiyor ömrümüzden bir soluğumuzu daha. Eksildikçe nefesimiz, ruhumuz telafi olsun diye bir yenisini ekleyebiliyor mu paylaşımlarına?

Babam ve Oğlum filminin fragmanında geçen bir soru takılıyor şu ara zihnime. “İnsanlar büyüdükçe hayalleri küçülür mü?” İnsanın büyüdükçe kendini daha iyi tanıması ve sınırlarını öğrenmesinin bir sonucu bu sanırım. Reel dünyanın dışına taşamayan insanların teorisi bu, “hayal kurmak çocukça bir şeydir” lafı. Ne yazık ki bunu öğreniyoruz, öğretiliyoruz, büyüdükçe hayallerimiz bile mütevazıleşiyor. Oysa olgunlaştıkça, yaşadıkça, ufkun genişledikçe daha fazlasını istemelisin, daha geniş bir hayal penceren olmalı. İstediğini elde etme gücünü, kendinde daha fazla bulmalısın.

Zamanla ömrünüzün duvarlından bir tuğla mı eksiliyor, yoksa bir yenisini mi ekliyorsunuz o inşaata?
Kim galip?
Zaman mı, siz mi?

14 Temmuz 2010 Çarşamba

OTOSTOP YAPMAK BİR HAYAT TARZIDIR



Bastıran sıcaklar insanlar üzerinde çifte kavrulmuş lokum hissi uyandırmaya başlayınca, İzmir insanı için kendini her hafta sonu bir sahil kasabasının plajına atmak farz olur. Bazıları kendi araçlarıyla savrulurken bir yerlere, kimileri de toplu taşıma araçlarını kullanırlar ve bazı eğlence düşkünü maceraperest insanlar da otostop yaparak bu emellerine ulaşırlar.



Bilinmesi gereklidir ki, otostop yapmak bir hayat tarzıdır. Bir kez bu keyfi tattıysanız, kendi aracınız olsa dahi onu evin önünde yalnızlığına terk eder ve yeni insanlarla tanışmak için bu serüvene atılırsınız. “Alışmış kudurmuştan beterdir” atasözü sanki otostop tutkunları için söylenmiştir. Sizi alan otostopçu dostu insanların zihinsel yapıları, sizinki gibi işlediğinden, geyik potansiyeli yüksek, matrak bir yolculuk sizi bekliyor olacaktır. Hele ki iş sahibi olmuş göbekli, kel, koca koca amcaların ya da ununu elemiş, eleğini asmış teyzelerin bu kadar fırlama muhabbetlerine önce şaşırıp sonra kendinizin de ileride böyle olacağınızı tahmin edip, içselleştirirsiniz bu durumu. Tabii otostop çekmenin de bir adab-ı muaşereti vardır. Bu yüzden, bugün benden otostop heveslisi insanlara birkaç tavsiye olacak.



Otostopun altın kuralları





•Öncelikle otostop çekilecek kavşak ve yol kenarı iyi belirlenmeli zira gitmek istediğiniz yere kuş uçmaz kervan geçmez bir sapaktan asla gidemezsiniz. Bir de üstüne kurda kuşa yem olur, gazetelerin de 3. sayfalarına haber olursunuz vallaha. Aman diyeyim





•Otostop çekenler eğer bir grupsa, grup içerisinde “yok bizi buradan kimse almaz, hayatta gidemeyiz” gibi negatif düşüncelere sahip olan bireyler varsa hemen gruptan uzaklaştırılmalı ya da baskı, zorlama, darpla pozitif düşünmeye itilmeli. Zira “İnanırsak olur bence” sözü temel düşünce yapınız olmalı.



•Kesinlikle ve kesinlikle ısrarcı olunmalıdır. Boş koltukları olduğu halde sizi almayıp bir de üstüne garip garip hareketler yapan şoförler ve camdan sarkıp size el sallamak suretiyle saçma sapan gülümseyen yan koltuk oturucuları kesinlikle sizin kararlılığınızı bozmamalı. Eğer hemen ardından bir araç durup sizi almışsa, şoföre gaz verilerek, önde ki arabanın geçmesi sağlanır. Bu geçiş esnasında onuru zedelenen otostopçu, bu insanlara her türlü hareketi yapmakta serbesttir efendim. Zira böyle masum ve küçük intikamlar otostop insanları için rahatlatıcı bir terapi gibidir ve kimseye de bir zararı yoktur.



•Zaman kavramını unutun bir kere. Eğer amatörseniz bu iş biraz uzayabilir. Her zevkin bir cefası vardır muhakkak. Sabırlı olunmalı, varmak istenen saat biraz ileriye kaydırılmalıdır.



•Farklı yöntem ve teknikler kullanılmalı. Eğer sadece başparmak yetersiz kaldıysa, hafif sıçramalar yapılarak şen çocuk edalarına bürünülmeli. Öyle kazık yutmuş gibi, hiçbir jest, mimik olmadan sadece başparmak havada durmanın hiçbir cazibesi yoktur. İyi bir otostopçu, birinin kendini almasını öylece beklemez. Gel beni al mesajını vermelidir.



•Eğer yukarıda ki imajı çizmeyi beceremediyseniz hemen en etkili stratejilerden biri olan şu taktiğe geçilir. Sürücülerin gözlerinin içine “ babam yok benim” bakışları fırlatılmak suretiyle, arabanın içindeki yolcuları vicdan muhakemesi yapmaya itmelisiniz ki sizi almadıkları için kendilerini kötü hissetmelerini sağlayabilesiniz. Emin olun çok fazla yol almadan hemen bir u dönüşüyle gerisin geriye sizi almaya döneceklerdir.



•Ve oldu, bütün bu çabalar sonucunda sizi de alan birileri oldu. Artık ortamın havasını belirlemek size kalmıştır, eğer esprili bir yapınız varsa ki zaten otostopçu dediğin öyle olmalıdır, türlü komiklikler ve şakalarla şoför rahatlatılmalı, ne iyi yaptım da bu çocukları aldım, bak güle oynaya bir yolculuk yapıyorum gibi iç sesleri uyandırılmalıdır.



Sergilemiş olduğunuz mükemmel iletişim, hal ve tavırlarla, sizi sempatik bulan şoförün kendi güzergâhı üzerinde olmasa bile, sizi gideceğiniz yerin kapısına kadar bırakması olasıdır. Hatta sizi o kadar sevmiştir ki kartvizitlerinizi değiş tokuş yapma teklifinde bulunur.” Benim böyle eğlenceli bir arkadaş grubum yok” bakışları fırlatmanın sırası ona gelmiştir şimdi. Başka zamanlarda da görüşme talebinde bulunması mümkündür. Hatta ve hatta bir sonra ki hafta sonu için sizi gideceğiniz yere bırakma konusunda ısrarcı bile olabilirler.



Ayrıca benzin ya da otobüs paranız cebinize kalırken maddi açıdan da kazanç sağlamış olursunuz. Ne de olsa devir ekonomi devridir arkadaşlar. Ama en önemli kazanç tabii ki hazinenize yeni bir hikâye eklemek olur. Arkadaş toplantıları da bu hikâyelerle süslü sohbetlere ve keyifli dakikalara dönüşür.



Tüm otostopçulara ve otostopçunun dostu insanlara, eğlenceli serüvenler, bol kahkahalı yolculuklar dilerim.