9 Aralık 2010 Perşembe

HAZMEDECEKSİN, AZMEDECEKSİN...

"İnsan hayatta en çok neye önem veriyorsa önce ondan vazgeçmeli" diyordu okuduğum bir kitap. Teoride algıladığım ama eyleme dökemediğim bir öğretiydi bu. Evet, bir öğreti olarak aldım bu sözü çünkü beni yavaş yavaş ele geçirmekte olduğunun farkındalığına vardığım bi şey vardı ruhumda.

Çoktandır ülkemin tahtına oturttuğum ve yönetimi neredeyse tek başına üstlenmesine izin verdiğim gururumun, günün birinde kibire dönüşeceğini nereden bilebilirdim. Kibir, en büyük günahlardan biri. Kibir, insanı en çok delen geçen tavırlardan bir tanesi.

Ülkeniz fazla istilaya maruz kalmışsa, surlarınızı yükseltmeye başlarsınız. Yağmalanmış mekanlarınızı tamir etmeye çalışır, yıpranmış topraklarınızı nadasa bırakırsınız. Daha güçlü görünmek adına da alırsınız gururunuzu oturtursunuz baş köşeye. Sanki hiç kalkmayacakmış gibi de köşe yastıklarıyla pohpohlarsınız, tek başına iktidara getirdiğiniz gücünüzü.

Gidebildiğiniz en son nokta kilitli sur kapılarınız olur sonraları. Ve daha sonraları bir bakmışsınız kapıdan kimse giremez olmuş, gururunuz kimsesizlikten kibir dolmuş.

Oysa kabullenmek gerek yenilgileri. Güçsüz düşmek gerek. Güçsüz olma özgürlüğünü tatmak gerek. Yere düştüğünde izin ver, biri girsin koluna. Kalkmana yardımcı olsun. Tek başına, hiç bir yere tutunmadan ayağa kalkabileceğini biliyorsun zaten. Bırak, biri yardım etsin sana. Yardıma ihtiyacın olduğu hissini yaşa. Hazmet, yaşadıklarını. Azmet, kibirini göndermek için.

Şimdi, yenilginin insan olabilmenin bir gereği olduğunu anlamaya, gururumda bulamadığım şefkati yenilgimde keşfetmeye gidiyorum. Her kaybedişte gururumun kendiliğinden yükselen surlarının yıkılacağını biliyorum artık. Gidiyorum. Kendime tekrar tekrar kaybedebilme şansı tanımaya gidiyorum.

Eyvallah...

4 Kasım 2010 Perşembe

2010 KPSS CHAPTER II

Geçen Temmuz ayında gerçekleşen 2010 Kpss herkesin bildiği üzere soruların çalınmış olmasından dolayı iptal edilmişti. Ne yapalım, ülkemizde bazı cemaatların kolu uzun. Nasıl oluyorsa artık ÖSYM'den soruları sızdırmışlar. Neyse ki ülkemize HENÜZ şeriat gelmediğinden, bu arkadaşlar ellerinin kollarının kesilmesinden de yırttılar.

İptal edilen bu sınavın ikinci etabı geçtiğimiz pazar günü gerçekleşti. Yazının başlığından da anlaşılacağı gibi, daha doğrusu anlaşılamayacağı gibi, yüzünde anlamsız ifadelerle bir dolu öğretmen adayı "ben dahil" ordan oraya deli danalar gibi savrulurken görüldü.

Sınava gireceğimiz bina girişinde polisler tarafından öyle detaylı arandık ki, google'ın arama motoru yanında halt etmiş. Hele ki sınav salonunu bulup sıramıza ulaştığımız vakit öyle güzel bir süprizle karşılaştık ki tüm kurbanlar, duygu dolu dakikalar geçirdik. Küçük pet şişede okunmuş suyumuz ve yine okunmuş 3 adet olips şekerimiz bize el sallayan küçük, sevimli susam sokağı karakterleri gibi beliriverdi gözümüzün önünde. Tabii yanında 2 adet "Fatih" marka sınav kalemi, silgi ve kalemtraş da cabası.

Ösym tarafından okunup üflenmiş olduğunu varsaydığım şeker ve suyu hüpleten ben, tekrar bir dua okuma girişiminde bulunmadığımdan sınavda ters kepçe gelip, resmen tersimi tersden gördüm. Bu da ne demek derseniz eğer, yazının başlığını tekrar okumanızı rica eder, benden bu konuda çok da anlamlı cümleler sarfetmemi beklememenizi umarım. Sınavda 3 kere arkadaki arkadaşın "kardeş uyan artık" dürtmesiyle kendine gelen ben, her kendime gelişimde, karşılaştığım sorunun daha önce hiç görmediğim bir soru olduğunu farkına varıp, kendi kendime "Evo, kızım bu iş yaş" dedim.

Sınav sonunda teselliyi eğitim bilimleri konuları arasında arayan ben, "öğrenilmiş çağresizliğimle" boynu bükük bir şekilde ayrıldım sınav yerimden. Ve Nostradamus'un kehanetlerine tek rakip geçtiğim,yine eğitim bilimleri konusu olan "kendini gerçekleştiren kehanet" ceplerimde bana kalan ders kırıntıları oldu.

Bugün yazımı sınavı kötü geçmiş KPSS mağdurlarına, Orhan babadan "Bir Teselli Ver" şarkısını armağan ederek bitirmek istiyorum.

Olmadı mı?

Bu da mı gol değil ?
:)

20 Ekim 2010 Çarşamba

DOMATES


Artık bahçemizde, balkonumuzda kaçak domates yetiştireceğiz ama sadece yemek için. Ya da artık kuyumcularda altın yerine çeri domates taşlı yüzükler, domates suyuna bandırılmış kolyeler satılmalı. Bu ne zamdır böyle?

MOBBING

Mobbing, Latince de psikolojik şiddet, baskı, kuşatma, taciz, rahatsız etme veya sıkıntı vermek anlamına geliyor. Özellikle hiyerarşik yapılanmış gruplarda ve kontrolün zayıf olduğu örgütlerde, gücü elinde bulunduran kişinin ya da grubun, diğerlerine psikolojik yollardan, uzun süreli sistematik baskı uygulamasıdır.

Mobbing sözcüğü önceleri çocukların birbiriyle olan zorbalık ilişkilerini tanımlamakta kullanılmıştır. İşyerlerinde de 1950-1960’lı yıllarda yapılan araştırmalar, mobbingin sadece çocuklar arasında yaşanmadığını ortaya koymuştur. Zaman ilerledikçe de şiddeti artarak yaygınlaşmıştır.

Gelişimin belirli bir döneminde, kazanması gereken başarı duygusunu tatmamış çocukların, erişkin olduklarında, edindikleri kariyerleri onlarda şişkin bir egoya neden oluyor. Onlar da gazlarını, zeki, yaratıcı ve dürüst kişilere püskürterek, o yılların öcünü alıyorlar. İşte bunun adına da “Mobbing” deniyor. Bu da benim mobbing tanımım işte.

Bu kanıya, okul yıllarımda görmüş olduğum “gelişim ve öğrenme” dersinde ki, “Erikson’un psikososyal gelişim dönemleri” konusunun, aklımda kalanlarından vardım. İnsanların karakteristik özelliklerinin, tamamı değilse de büyük bir kısmı, çocukluk yıllarına dayanıyor. 6-12 Yaş dönemi de “Başarıya karşı aşağılık duygusu” olarak adlandırılıyor. Çocuk başarısız olduğu her deneyimden sonra yetersizlik ve aşağılık duygusuna kapılıyor bu dönemde. Eğer bu dönemde çocuk başarı duygusunu tatmazsa işte büyüdüğü zaman bu zat-ı muhterem büyük bir hırsla çalışıp, kazanıp kariyer elde ediyor ve edindiği bu başarı duygusunu hazmedemiyor. Hazmedemediği gibi de etrafında ki başarılı insanlara baskı, taciz gibi psikolojik yollarla rahatsız ediyor. Bu yüzdendir ki çocuğun o yaş döneminde, başarılı olabileceği etkinliklere yönlendirmek çok önemli bir sorumluluktur ey anne babalar.

Evet, sosyal mesajımızı da verdikten sonra konumuza dönersek,
Mobbinge uğrayanların genel özellikleri;

• İşini çok iyi, hatta mükemmel yapan;
• İlişkileri olumlu olan ve çevresindekilerce sevilen;
• Çalışma ilkeleri ve değerleri sağlam, bunlardan ödün vermeyen;
• Dürüst ve güvenilir, kuruluşa sadık;
• Bağımsız ve yaratıcı;
• Zorbanın yeteneklerinden üstün özelliklere sahip olan kişilere yöneliyor.

Zorbalar ise, aşırı kontrolcü, korkak, nevrotik ve iktidar açlığı olan kişiler olarak tanımlanıyor.

Mobbing çok çeşitli şekillerde mutlaka hepimizin karşısına çıkmıştır.
Kendinizi göstermeniz ve iletişim oluşumunuzu etkilemek için, sözünüz kesilir, yaptığınız iş sürekli eleştirilir, jest ve bakışlarla ilişki kesilir, yazılı ve telefonla tehditler vs.
Ya da sosyal ilişkileriniz yıpratılmak istenir, bu yüzden, kimse sizinle konuşmaz, diğerlerinden ayrılmış bir işyeri verilir, çalışanların sizinle ilişkiye geçmeleri yasaklanır, orada değilmişsiniz gibi davranılır.
Başka bir yol da itibarınıza saldırıdır. Arkanızdan kötü konuşulur, asılsız söylentiler çıkarılır, kararlarınız sürekli sorgulanır, özgüveninizi olumsuz etkileyen bir iş yapmaya zorlanırsınız.
Ve ya yaşam kaliteniz ve mesleki durumunuz düşürülmek istenir. Bu yüzden özel görevler verilmez, daha az nitelikli işler verilir, işiniz sürekli değiştirilir, özgüveninizi etkileyecek işler verilir.
Ve en son nokta, sağlığınıza doğrudan saldırıdır. Fiziksel olarak ağır işler yapmaya zorlanırsınız, fiziksel şiddet tehditleri yapılır, doğrudan cinsel taciz ve fiziksel zarar görürsünüz.

Özellikle büyük kurumsal firmalarda çalışıyor iseniz, çok dikkat etmelisiniz. Kimseyle anlaşmazlığa girmemelisiniz. Özellikle de o şirkette 10- 15 senelik çalışanların yanında siz henüz birkaç yıldır oradaysanız aman diyeyim, ağzınızı bile açmayınız. Çünkü mobbing olayı sadece o zorbayla kalmaz. Saldırganlığa zorbanın dışında yönetim veya iş arkadaşları da katılabilir. Çünkü onlar oraya çöreklenmiş, orayı parsellemiş ilk çağ kabilesidir. Hiçbir yeniliği, yaratıcı fikri kabul etmezler. Aslında edemezler, ayak uyduramazlar çünkü. Çünkü tembeldirler ve öğrenmeye açık değillerdir. Sallabaşı al maaşı mantığıyla yaşadıklarından ot gelmişlerdir, ot giderler. Ayakları üzerinde durabilen, kendi hakkını savunan, özgüveni yüksek çalışana da asla tahammülleri yoktur. Onu daha önce gelenlere yaptıkları gibi sindiremedikleri için de bir sonraki aşamada kurbanı, sorunun kaynağı, problemli ya da akıl hastası olarak damgalarlar.
Süreç, işe son verilmesi ya da kişinin ayrılması ile tamamlanır. Bu sonuç, çoğunlukla mobbingin bitmesi anlamına gelmez, çünkü benzer bir iş kolunda çalışmak zorunda olan kişi kötü huylu, asi ya da işten anlamaz olarak damgalanarak referansları kirlenmiş olur.

Mobbingi bizzat yaşamış, hem de fikirlerin özgürce söylenmesi gerektiğini savunan bir basın kuruluşunda yaşamış biri olarak, verebileceğim tek tavsiye şudur. Eğer yönetimle de bu işi çözemiyorsanız ya başka bir işe geçmek ya da kendinizi daha çok geliştirmek ve o insanlara karşı mütevazılıği bırakıp tüm üstün özelliklerinizi onlar üzerinde ezici bir savaş aleti olarak kullanmak. Bu biraz sinir bozucu bir yöntem olabilir ama inanın bana bir noktadan sonra karşınızda size verecek yanıt bulamamanın verdiği çaresizliği yansıtan o gözleri gördükçe çok keyif alacaksınız. Hele ki o size ciddi bir tavırla mobbingini uygulamaya çalışırken siz ona alaycı ve hafif gülümseyen bir tavırla karşılık verdiğinizde, yaşattığınız sinir harbi sizi pek rahatlatacaktır. Hatta duygulanıp gözleriniz bile nemlenebilir, kendinizle o kadar gurur duyarsınız yani.

Neyse olayı fazla abartmadan son olarak şunları söylemek isterim. Hiçbir şekilde mobbin durdurulamıyorsa hukuksal olarak dava açma hakkınız vardır. Avrupa'da konuyla ilgili çok sayıda dava bulunmakta ve ağır para cezaları uygulanmaktadır. Benzer davaların Türkiye’de de açılmasının sağlanması, mobbing konusunda bir bilinç oluşturulması ve işverenin keyfi davranışlarının sınırlandırılması ve ortadan kaldırılması, sendikaların bu konuda etkinliklerinin artırılması mobbingin azaltılması yönünde önemli bir adım olacaktı
Türkiye'de mobbing davaları açılmaya başlanmış olup, Şubat 2006'da Jeoloji Mühendisleri Odasına dava açan Tülin Yıldırım bu davayı Aralık 2006'da kazanarak ilk örneği oluşturmuştur.

Türkiye’de mobbingin azalması dileği ile...

19 Ekim 2010 Salı

Sakin ol şampiyon!

Gururluyuz, başbakanımız ismini markalaştırdı. Biz hala işsiziz, biz hala et yiyemiyoruz, biz hala bakkaldan manavdan boynumuz bükük çıkıyoruz ama olsun, efendimiz kıymetlimiz artık bir marka... Bu da yeter!

9 Ekim 2010 Cumartesi

YASEMİN AYDENİZ ÖZGÜN BASKI VE RESİM SERGİSİ


1970 Yılında Urla’da doğan Yasemin Aydeniz’in resim merakı, çoğu sanatçıda olduğu gibi küçük yaşlarda evlerinin duvarlarında başladı. Ailesinin söylediğine göre ilk eserlerini, annesinin krem sarı renkli mutfak sandalyelerinin üzerine çizdi. Yıllar sonra kızı da annesi gibi resim merakını duvarlarda giderecekti…

Evli ve bir çocuk annesi olan Yasemin Aydeniz lise eğitimini tamamladıktan sonra Buca Eğitim Fakültesi Resim Öğretmenliği Bölümünü kazandı. Fakat öğrencilik yıllarında tanıştığı eşinin görev yerinin, İzmir dışında olması nedeniyle okulu yarıda bırakarak evlendi ve İzmir’i terk etti ama resme olan ilgisi hep devam etti. Üç sene Selanik’de yaşadı ve Tc. Selanik Başkonsolosluğu için davetiyeler hazırladı. 1994-2006 yılları arasında çeşitli firma ve kuruluşlara “Amblem – logo, afiş, web tasarımı ve diğer grafik ürünlerde tasarımlar hazırladı.

Resim merakı onu grafik eğitimi almaya yönlendirdi. Çünkü hem resim yapacak hem de görsel tasarımlar yapmayı öğrenecekti. Bu yüzden 2001 yılında, o zamanlar Elazığ’da yaşıyor olmasından dolayı Fırat Üniversitesi Teknik Bilimler Meslek Yüksek Okulu Grafik bölümü sınavlarına girdi. 30 yaşından sonra hem eş, hem öğrenci hem de 3,5 yaşında oğlu olan bir anne oldu. Ama bu durum ona ağır gelmemiş olmalı ki bölüm birincisi ve okul ikincisi olarak 2003 yılında mezun oldu. Ayrıca 2003 yılında Fırat Üniversitesi Resim Klubünü’nün üniversiteler arasında düzenlediği Resim yarışmasında ikincilik ödülü aldı.

İki yıllık bir Meslek Yüksek Okulu bana yeterli gelmedi diyerek dikey geçiş sınavlarına girdi. Ve Süleyman Demirel Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Grafik bölümünü kazandı. Buradan da 2007 yılında bölüm ikincisi ve Fakülte üçüncüsü olarak mezun oldu.

Halen devam etmekte olan Urla Sanat Geceleri’nde, Resim Sergilerine katılan Yasemin Aydeniz’in, Urla’nın yerel bir gazetesinde kısa dönem bir köşe yazarlığı geçmişi bulunmaktadır.

Urla’da kurmuş olduğu reklam ajansında, bilgisayar ortamında tasarımlar yapmaya devam eden Yasemin Aydeniz, aslında “Ben ellerimin boyanmasını seviyorum” diyor. Bu yüzden de yağlıboya ve pastel boyaya daha sık dokunuyor. İşte, bu sıcak dokunuşları insanlarla paylaşmanın vakti geldiğini düşünerek ilk resim sergisini açmaya karar veriyor aniden. Kısa zaman içinde öğrencilik yıllarında yaptığı Özgün Baskı Resimleri, tuval üzerine yağlıboya ve akrilik çalışmalarını ve birkaç pastel boya ile yapılmış reprodüksiyon çalışmalarını sergi için hazır hale getirip bu işi kesinleştiriyor.

“Sergimin belli bir teması yok” diyen Yasemin Hanım, sergisinin ismini “40 BİR” koymuş. Bunun nedeni ise 40 yaşında gelen ilk sergi olmasıymış. Resimlerini herhangi bir sanat akımı içinde adlandırmıyor ama genelde her ressam gibi çalıştığı konulara kendi yorumunu katmaya çalışıyor. Gördüğünden çok hissettiğini resimlemeye özen gösteren ressamımızın kullandığı renkler genelde kontrast renkler çünkü o zıt renklerden yaralanmayı seviyor.

Sergide, okul döneminde yaptığı metal ve ağaç gravürler, linol baskılar ve monotip baskılar bulunmakta. Bunlar çeşitli konulardan oluşuyor: Eski Isparta Evleri (Fakültedeki bitirme projesi), renk renk balıklar, natürmortlar ve en çok da hüzünlü kadın portrelerinden oluşuyor. Ayrıca Atatürk konulu iki çalışma da sergide yerini alacak çalışmalardan.
Fakülteden mezun olduktan sonra Tuval üzerine yaptığı çalışmaların konuları da gene balıklar ve kadın portrelerinden oluşmakta.


Yasemin Aydeniz’in Özgün Baskı ve Resim Sergisi’nin açılışı, 11 Ekim 2010, saat 18.00’da Urla’da, Necati Cumalı Anı ve Kültür Evi’nde gerçekleşecektir. Sergi 18 Ekim 2010 tarihine kadar gezilebilecektir. Tüm sanatseverler sergiye davetlidir.

Menejer ve küçük kız kardeş Elvan Karanfil gururla sundu 

29 Eylül 2010 Çarşamba

KENDİME YENİ BİR BEN LAZIM DİYENLERE...

Uzun bir süredir hiçbir şey yapmak gelmiyorsa içinizden bir şeyler ters gidiyor demektir.
Ya da keyif veren şeyler azaldıysa hayatınızda yeni bir dönüm noktasına geldiğinizi işaret eder bu belirtiler.

Her kapatılan kahve fincanında hep aynı şeyi dilersiniz ya, ya da uykuya dalmadan önce edilen duaların başında gelen o dilek, hani olursa sizi heyecandan duvardan duvara çarpacak olan… İşte o bile artık sizin kılınızı kıpırdatamıyorsa bir dokunuşa ihtiyacınız var demektir. Sihirli bir dokunuşa…
Sizi mezarınızdan kaldırıp diriltecek güçte bir dokunuşa.

Bazen olur ya uzak bir sahil kasabasına gitmek istersiniz herkesten gizli. Oysa zaten bir sahil kasabasında alıyorsunuzdur soluğunuzu. Olsun. Ama uzak olsun. Hani uzun bir süre geri dönmek istemezsiniz belki de hiçbir zaman istemezsiniz, olur ya…

Gitmekle kalmak arasına sıkışan siz...
Gitmemezlik yapamazsınız ama sonra gelmemezlik de olmaz dedirten bir karmaşayla sıkışıp kalırsınız bu gelgitlere.

Geldiğiniz yerde ki siz gittiğiniz yerde ki size benzer mi hiç?

Kendime yeni bir ben lazım diyenlere…
Sihriniz bol olsun…
Keyfiniz de

7 Eylül 2010 Salı

KENDİNİ GERÇEKLEŞTİREN İNSAN

“Jaguar diyince insanların aklına bir araba markasının gelmesi, gerçek bir jaguarın umurunda değildir. Çünkü jaguarların imaj kaygısı yoktur.”

Bir sosyal paylaşım sitesinde, Eyvah Necdet karakteri adına açılmış bir hesaptan alınmış cümleler bunlar. Okuduğumda yüzümde beliren bir gülümsemeyle birlikte hafif bir rahatsızlık barındı hücrelerimde. Birazdan geleceğim bu rahatsızlık mevzuna.

Eyvah Necdet’i bilmeyen yoktur. Bir zamanların unutulmaz dizisi, “Bir Demet Tiyatro”da mahallenin bıçkın delikanlısı Mükremin Çıtır’la, herkesin sabrını zorlayan Laz bakkal amcayla, algılarına müebbet hapis cezası verilmiş saf Telviye teyzeyle, Mükremin aşığı Feriştahla, tıfıl Fıdılla ve nice başarılı karakterle birlikte yer almıştır, hayvan sever Eyvah Necdet. Hayvanlarla ilgili bu tarz garip ama düşündürücü sözleriyle hatırlanır Necdet.

Kısa bir hatırlatmadan sonra, bana rahatsızlık veren jaguar mevzuna gelelim.
Bu aralar sanki emniyet teşkilatında, sorguda çalışan bir polis memuru gibi hissediyorum kendimi. Ruhumda var olan irdeleme gücüm katbekat artmakta. Sorgu sual arttıkça da hem zihin yoruluyor hem de daha bi’ depresif oluyor insan. Bir de sorgulanan kişi kendinsen ve aynı zamanda da sıkı bir sorgucuysan yandın. “Ne kadar az şey bilirsen o kadar mutlusun,”sözü gerçekten doğruluyor kendini bu durumda.

Rahatsız bir insan olarak, Jaguarla ilgili bu yazıyı okuduğumda da, bi’ sıkıntı kapladı içimi. Çevreme bakındım ama önce kendime baktım. Ben de bile bir imaj kaygısının var olduğunun farkına vardım.”Ben bile” derken, “Önce kendin ol kardeşim. Yaftalama kendini, kimseyi. Medyanın bizim için uydurduğu tüketim kandırmacasına düşme” diye martaval okuyan “ben”i kastettim.

Bu konuyla dolaylı olarak bağlantısı olan, Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisi piramidinden bahsedeceğim biraz. Hümanist psikolojinin kurucularından olan Maslow, bireyin kişilik gelişiminde, piramidin alt kısmında temel gereksinimleri, üst kısmında ise üst düzey gereksinimleri olduğunu söyler.



Kişilik kategorileri kendi aralarında bir dizilim oluştururlar ve her ihtiyaç kategorisine bir kişilik gelişme düzeyi karşılık gelir. Birey, bir kategorideki ihtiyaçları tam olarak gideremeden bir üst düzeydeki ihtiyaç kategorisine, dolayısıyla kişilik gelişme düzeyine geçemez. Lakin Maslow amcamızın bu kuralı her zaman ve her insanda aynı işlemez. Aslında dönüp çevremize baktığımız zaman pek az “kendini gerçekleştirmiş” yani bu piramidin hepsini yemiş yutmuş, sonra bir bütün olarak çıkarıp kendi hayatına monte edebilmiş insan görüyoruz. Sonra da dönüp “Hayır, bu da mı insan? Bu insansa diğerleri nedir? “ diye garip monologlar kuruyoruz içimizde.

Bir başka deyişle, gerçek bir jaguar edasıyla, imaj kaygısı gütmeden nefesini alabilen, gereksiz egolarından sıyrılmış yahut bu egoları olumlu aktivitelerle kimseye zarar vermeden, gidermiş canlıya kendini gerçekleştirmiş insan diyoruz. Bu durumda, jaguarlar da mı kendini gerçekleştirmiş canlı kategorisinde yer alıyorlar diye sormayın sakın yoksa mevzu uzar, araştırma büyür ve toparlanması imkânsız saçma bir hal alır. Neyse…

Modern dünyanın, doğallığı yok eden, modern bir maskesi bu imaj dediğimiz şey. Boyalı kişiliklerden ibaret hemen hemen herkes, kendimiz bile. Sahip olduğumuz blackberry, eğlenmek için gittiğimiz şehrin en popüler mekânı, jaguar marka arabamız, alışveriş yaptığımız markalar bizim imajımız. O elbiseler içinde ki yüreğimizin, fikrimizin, ruhumuzun kimse farkında değil. Farkında olan da zaten 3-5 kişi.

Maslow'un ihtiyaçlar hiyerarşisine inat, bizler daha tamamlayamadan genel ihtiyaçlarımızı, hayat standardımızı daha yükseklere çıkarmak için, doğamızdan uzaklaştırılıyoruz. Bilinç düzeyini yüksek tutmak gerek yoksa imaj kaygımız hep güncel kalacak.

Kendim gibi olduğum zamanları özlüyorum bazen. Bu farkındalığın sunmuş olduğu bir başkalaşım ya da mecbur kıldığı. Su boyumuzu aşmadan, ayaklarımızın yeniden toprağı hissetmesi gerek!



Elif Şafak’tan, Şems’in 23. kuralı der ki…

… Şu hayatta ne yaparsak yapalım, niyetimizdir farkı yaratan, suret ile yaftalar değil!

3 Eylül 2010 Cuma

AŞK ŞERİATI

Aşksız geçen bir ömür beyhude yaşanmıştır. Acaba ilahi aşk peşinde mi koşmalıyım, yoksa dünyevi, semavi ya da cismani diye sorma!
Ayrımlar ayrımları doğurur.
Aşk'ın hiçbir sıfat ve tamlamaya ihtiyacı yoktur.
Başlı başına bir dünyadır aşk. Ya tam ortasındasındır, merkezinde ya da dışındasındır, hasretinde…

Elif Şafak

Elif Şafak'ın “Aşk” adlı romanından bir alıntı… Tam 1 sene önce, tüm cümlelerini zihnime kazıyarak okuduğum ve o kitapla geçirdiğim dakikaların sona ermesini geciktirmek için, kitabı her elime alışımda sadece birkaç sayfasını okuyup bıraktığım, sonra gözlerimi kapatıp, o cümlelerin zihnimde ki dans edişlerine eşlik ettiğim kitap… Önceleri ben de herkes gibi gerçekten, Şems-i Tebriz'in kurallarından biri olduğunu sanıyordum bu cümlelerin lakin birkaç google araştırmasından sonra Elif Şafak'ın çeşitli Sufi kaynaklardan devşirip kitaba yerleştirdiğini öğrendim bu 40 kuralı. Ama sonuç başarılı, bu değerleri bize anımsatıp, bu denli güzel bir anlatımla yüreğimize işlediği için teşekkürler Elif Hanım'a.


Yürümek kafidir... belki de durup beklemek de yeter...
Yeter ki zarar vermeden barınsın bünyede, gidecekse de aşkının şiddetine yenik düşüp, çelme takıp, kaçmadan...
Ne az hissettirsin aşkı, ne de gereğinden çokkk !
Herşey kararında olsun dileğim...

Elvan Karanfil


ARTniyetli,HOŞ BEŞ NİYETLİ,İYİ NİYETLİ HAYALLER...


* 12 Eylül Referandumundan hayır çıksın istiyorum.

* Mümkünse yılın 7 ayını ilkbahar, 3 ayını sonbahar ve 2 ayını da kış mevsimi olarak geçirmek istiyorum.

* Alaçatı'da, geçen seneye kadar surf okullarının dizinin dibinde olan Babylon'un, yine orada olmasını istemekle kalmayıp, orada daimi bir bohem hayatı geçirme hayalleri içindeyim.Her gün,minderlerin üzerinde, gün batımını denizin mavisiyle birleştirip bu huzuru Cafe Del Mar ve Loung müzikle şereflendirmek istiyorum. Ayrıca elimde de hiç bitmeyen bir Mojito bardağı olsun istiyorum.


* Arkadaşım, kardeşim Recep'in öğretmen olmasını istiyorum ama atanıp gitsin istemiyorum.

* Lemur hayvanım olsun istiyorum.Onu besleyip büyütmek, yemeyip yedirmek, giymeyip giydirmek, ayağımda sallayıp uyutmak istiyorum.O benim çocuğum olsun istiyorum.

* Elimde fotoğraf makinem, kulağımda müziğim, sabahtan akşama yürüyüp, fotoğraf çekmek istiyorum. (Mümkünse bayıltan sıcaklar geçince!)

* Biri bana artık dur desin istiyorum.Yoksa bu kadar fevkaladenin fevkinde hayal bünyeme ağır gelebilir. Balatalarımı yakıp dengemi bozup beni savurabilir.

* BİTTİ

11 Ağustos 2010 Çarşamba

ZİHİN VE YÜREK KAPIŞMASINDA HEP YÜREĞİ KAZANANLARIZ BİZ VE BU YÜZDEN HEP YÜREĞİ ACIYANLARIZ!

Bir yıldız kaymadan dilek tutamayanlardık biz çocukken.
Öyle sağdıktık kurallara.

***
Şimdi aşkımız kayıp giderken ardından dua edenleriz.
Öyle bağlıyız yazgımıza.

***
Gözleri nemli, kalbi tetikte, Zihni küskün, ruhu hasta
Erişkinler olduk biz.

***
Çocukluğumuzda ki cahil cesaretimize inat, bilmediği sokaklarda kaybolmaktan
korkanlar olduk biz
***
Korktuğu hep başına gelenleriz biz.

***
Zihin ve yürek kapışmasında hep yüreği kazananlardanız biz...
Ve bu yüzden hep yüreği acıyanlardanız!

***
Öyle çok yapmışızdır ki aynı hatayı, aynı algısal salaklıkla...
Ama uslanmaz ruhumuz, ne olacağını adı gibi biliyor olsa da fütursuzca rahatta ve
salakta devam eder soluk almaya.

***
Her ne kadar "evrene ne gönderirsen karşılığında onu alırsın" gibi Kuantum zırvalıklarına inanmıyor gibi görünse de, gizli saklı, çıkmaz sokaklarında,
bir inancı vardır.
Bu yüzden her defasında aynı teraneyi yer, aynı moka batar. Aynı hataya düşer.

***
Ama riski sever.

***
Risk sonrası yerle yeksan olmuşsa hayalleri, bilir kırıkları tek tek toplamayı.
Sonra yapıştırmasını da iyi bilir hepsini.
Eski özüne kavuşması için, kırıklı hayallerin içine bir tutam bal katıp,
eski tadını verirken, aynı zamanda eski sağlamlığına kavuşturur yapışkanıyla.

***
Düşmek kaçınılmazsa şayet, nasıl düşmesi gerektiğini de bilir…
Uf olan yaralarını ıslık çala çala üfleyerek soğutur.

***
Zihninde ki “Nereye gitmekte bu beden?” sorusuna aldırış etmeden,
hiç tanımadığı ruhlarda kaybolmaktan yorulmayanlarız biz.

***
Yine yeni yeniden hiç bilmediği sokaklarda cahil cesaretiyle aldığı riskin
heyecanını taşıyan
küçük çocuklarız biz.

***
Her defasında, yeni bir oyun için, yüreğinde kıpırtı duyan
ve kendini başlat düğmesine basmaktan alı koyamayan,
uslanmaz yaramaz,
erişkinleriz biz.

***
“Korkarak yaşıyorsan, sadece hayatı seyredersin”e inanlarız biz.

***
Biz
Zihin ve yürek kapışmasında her zaman yüreği kazananlarız…
Ve bu yüzden hep hayatı yakalayanlarız!

5 Ağustos 2010 Perşembe

SİVRİSİNEKLER ÖLSÜN İSTİYORUM


Hayatımda gördüğüm en sinsi mahlûkattır şu sivrisinekler. Kaşla göz arasında, çaktırmadan emip kaçıyorlar kanımızı, bu şerefsizler. Tatlı tatlı kaşıntısı da sonradan çıkıyor. Tüm gece em em, hayvan çatlamıyor da orta yerinden yahu. Hayır, artık senin kanını taşıdığından duygusal bir bağ oluşuyor aranda, vurup patlatamıyorsun duvara. Hem patlatsan ortalık kan revan olacak, öyle böyle emmiyorlar çünkü. Her yerimiz kaşımaktan yara bere. Of pof afra tafra… Sivrisinekler ölsün istiyorum.

FAZLA KAPATMA KAPILARINI

Geçen haftaların birinde 3 kız arkadaş toplandık ve İzmir’in tarihi mekânı Asansör’de Hakan Demirtaş’ı dinlemeye gittik. Gün batımının o güzel deniz manzarasıyla birleştiği bu mekânda huzuru yakalamanın bünyemizde yarattığı gevşeme bir müddet sonra yerini duygusal bir dalgınlığa bıraktı. Çünkü gelmiş geçmiş en güzel aşk şarkıları, Hakan’ın yorumuyla birleştiğinde, sizi alıp en kuytu köşelerinizde kalmış, gizli saklı hayallerinizle baş başa bırakıyor. Arkadaşımdır diye söylemiyorum ama mutlaka gidilip dinlenesi bir sestir.

Biz böylesi bir kalabalık içinde, var olan yalnızlığımızın keyfini çıkarırken, farkındalık düzeyimizin ani yükselmesi sonucu, iç huzurumuzu terk edip, o gece tüm masaların el ele göz göze âşık çiftlerle dolu olduğunu görüp, hafif bir hayıflanma durumu yaşadık. Sanırım 3 tane hemcinsin gidebileceği en yanlış mekânlardan birini seçmiştik o gece.

Hal böyle olunca sıkı bir tartışma konusunun bizi beklediği gözlerimizde ki ifadelerden apaçık belli oluyordu. Bu zamana kadar çokça sohbete konu olan erkek-kadın ilişkilerinin bir yenisi daha o geceye damgasını vurdu. O tarihlerde medeni hali iki bekâr, bir nişanlı olan bu üç kafadarın ortak paydası, “cesaretten yoksun, fedakârlık kelimesini henüz lügatine yerleştirememiş korkak erkek modellerinin gün geçtikçe çoğalması” konusuydu.

Nereye baksak, kimle konuşsak, Behlül karakteriyle sarsılmış yorgun, bitkin bir Bihter’e çarpıyoruz şu sıralar. Bu kadınların Bihter’den farkı, silahı göğüslerine dayayıp intihar etmek yerine, etraflarında ördükleri surları yükseltmek oluyor.
Ve Şebnem Ferah’ın, “Çakıl Taşları” şarkısında dediği gibi
“ Altında ağ olmadan yerden yükseldin mi?
Tam zevkine varmışken, birden yere düştün mü? “
Mısralarında ki durumu birebir yaşayan bu kadınların, ayakları toprağı hissettiği vakit, gidebildikleri son nokta yüreklerinin kilitli sur kapıları oluyor ne yazık ki.

Gurur kanserine yakalanmış bu kadınlar, ne kadar seviyor olsalar da, üstelik aşklarından öleceklerini bile bilseler, çekip gitmeyi tercih edenlerdir. Kendi ellerini sıkı sıkı tutamayan o elleri bırakıp gidebilecek kadar cesaret yüklü ve güçlü insanlardır onlar. Üstelik her şeyi yapabilecek o gücü, içsel donanımlarından alırlar ve geliştirmiş oldukları karakterleri, işte zayıf düştükleri o anlarda devreye girip, her şeyin üstesinden gelebilecek o inancı onlara yaşatırlar.

Bir serinleme sürecine girmek gerek bu durumlarda. Kalbe tatil verip, fokur fokur kaynayan o mekânın biraz soğumasını sağlamak lazım. Bir müddet o iç sesi dinlemek, ruhu dinlendirmek, hayatı akışına bırakmak şart olur. Tabii ördüğünüz o surlar, sizin üzerinize yıkılmadan, o kapıyı birinin açıp girmesine de yeniden izin vermek gerek bir süre sonra. Zira hayat tüm heyecanıyla devam ediyor.

28 Temmuz 2010 Çarşamba

İŞSİZLİKTE SON NOKTA

Karar verdim. Ben de artık şans oyunları oynamaya başlayacağım. Bundan sonra elime avucuma geçen bütün paramı, “kaz gelecek yerden tavuk esirgenmez” mantığıyla, bu tarz oyunlara harcamak niyetindeyim. Bu sefer çok fena niyeti bozdum. Arkadaşlarım, ailem, ablalarım ağabeylerim, buradan sizlere sesleniyorum. Eğer bende ki bu sevda ciddi boyutlara ulaşırsa, benden haber alınamadığı zamanlarda, beni kendimden geçmiş bir şekilde ganyan bayilerinde “Saldıray birinci gelir abicim, yok geçen hafta tıs çıktı bombacı Suat” gibi tartışmalar içinde bulup “ Ayrıl da gel Ayşe ayrıl da gel” gibi tezahüratlarla yarış izlerken bulursanız panik yapmayın. Hemen en yakın pastaneye gidip benim için sakızlı dondurma almanız yeterli olacaktır, bu durumdan sıyrılmam için. Ya da devletin matematikten nasibini almamış hayalperest insanlar için umut bahşettiği loto bayilerinde, Lostta ki lanetli rakamları kolonlara yazmaya çabalarken, gözlerimde ki o dehşeti yakalarsanız, sakin olun, ürkütmeden yanıma yaklaşıp sakızlı bir Türk kahvesi ısmarlama teklifinde bulunmanız yeterlidir.

Hayır, bu kız neden kendini şans oyunlarına verdi diye soran olacaktır muhakkak. Şöyle açıklayayım efendim. Tabii ki de İŞSİZLİK. Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) verilerine göre ülkemin 3 milyon 71 bin insanı işsiz. Dediklerine göre, geçen sene ki oranlara göre 547 bin kişi kadar bir azalma söz konusuymuş, daaaa ben niye göremiyorum acaba hala o azalmayı. Geçen sene işsiz olan tüm arkadaşlarım hala işsiz. Acaba bizde mi bir iş yok diye geçiriyorum içimden ama düşündüğümde arkadaşlarımın hepsi de yaşlarına ve iş tecrübelerine göre gayet donanımlı, kendilerini geliştirmeye açık insanlar. Nasıl oluyor da şans bu tanımadığım 547 bin kişinin kapısını çalıyor?
Zaten bundan sonra, kapıyı çalarak gelip hayatımızın ortasına yerleşecek şans bizi kesmez, bize, “işteee buradayım” nidasıyla paldır küldür kapıyı kırıp, emrivaki yapacak yüzsüz bir şans gerekli ki bu yüzsüzlüğe can kurban.

Böyle kapıyı bir tekmeyle devirip bizi Adile Naşit şefkatiyle kucaklayacak şansın, bizi bulma ihtimali çok düşük bir olasılık olduğundan, biz bedeviler bir de şans oyunlarında arayalım dedik bu umudu. Belki biz de bir gün, tek işi “babasından kalma gayrimenkullerin kirasını toplamak olan” o insanlar kervanına katılıp “hoşbeş boşleş” bir hayat sürebiliriz. Zaten “sayısaldan parayı bulduğun gün bırakacağın iş, mesleğin değildir” felsefesiyle yaşayan bizler için bu felsefe, bu ülke şartlarında sadece boş bir söylemden ibarettir. Bu yüzden yapmaktan çok da hoşlanmadığımız ruhsal tatminkârlıklara gebe kaldığımız mesleklerle yaşamaktansa en azından hoşbeş boşleş bir hayatın hayalleriyle devletin bizim gibi hayalperest insanlar için uyguladığı umut vergisini vermeye başlayacağım ben de.
Tabii bu sevda fazla sürmez, cepte paralar suyunu çekmeye başladığı vakit ki işsiz insanlar için bu süre göz açıp kapatıncaya kadar gelir, ben de normal hayat belirtileri görülmeye başlanacaktır. Haydi, hayırlısı bakalım.

22 Temmuz 2010 Perşembe

KİM GALİP ?





Eskiden küçük şeylerle mutlu olurduk. Ellerimiz küçüktü, gözlerimiz küçüktü, dudaklarımız küçüktü, kurduğumuz cümleler devrik olsa bile, onlar da küçüktü. Annemizin bir bakışı mutlu ederdi bizi ya da işten eve gelen babamızın cebinde ki bir çikolata. Yani mutlu olmak için büyük şeylere ihtiyacımız yoktu; çünkü çocuktuk eskiden.

“Uf olurdu” canımız yandığında, yüreğimiz acımazdı istediğimiz bir oyuncak alınmadığında. Üzüntülerimiz bile küçüktü, çünkü çocuktuk eskiden.

Amansız bir hastalık gibi fark etmeden bizi kemiren, çocukken nasıl geçtiğini anlamadığımız, şimdi ise geçmesin diye dua ettiğimiz bir zaman kavramı yoktu. O zamanlar, yatcaz kalkcaz yatcaz kalkcaz anneannemize gidecektik, oysa şimdi bir koşu bandının üzerinden izliyoruz, kayıp giden zamanı. Ne kadar arttırsak da tempomuzu, adım sayımız ne kadar fazlalaşsa da biz hep aynı yerden izliyoruz. Hep katılımcısıymış gibi göründüğümüz hayatımızın aslında zamana mağlup izleyicileri miyiz?

Küçük mutluluklarımız yok artık. Babamızın cebinde ki çikolatalar da ve yüzümüzde ki huzurlu tebessümle oynadığımız oyuncaklarımız da. Çünkü şimdi biz zamanın avucunda küçülmüş birer oyuncak olduk. Rüzgâr nereye savuruyorsa orada buluyoruz kendimizi. Çocukluğumuzda hoyratça savurduğumuz zaman şimdi fütursuzca öcünü alıyor sanki bizden. Yitirilen her saniye eksiltiyor ömrümüzden bir soluğumuzu daha. Eksildikçe nefesimiz, ruhumuz telafi olsun diye bir yenisini ekleyebiliyor mu paylaşımlarına?

Babam ve Oğlum filminin fragmanında geçen bir soru takılıyor şu ara zihnime. “İnsanlar büyüdükçe hayalleri küçülür mü?” İnsanın büyüdükçe kendini daha iyi tanıması ve sınırlarını öğrenmesinin bir sonucu bu sanırım. Reel dünyanın dışına taşamayan insanların teorisi bu, “hayal kurmak çocukça bir şeydir” lafı. Ne yazık ki bunu öğreniyoruz, öğretiliyoruz, büyüdükçe hayallerimiz bile mütevazıleşiyor. Oysa olgunlaştıkça, yaşadıkça, ufkun genişledikçe daha fazlasını istemelisin, daha geniş bir hayal penceren olmalı. İstediğini elde etme gücünü, kendinde daha fazla bulmalısın.

Zamanla ömrünüzün duvarlından bir tuğla mı eksiliyor, yoksa bir yenisini mi ekliyorsunuz o inşaata?
Kim galip?
Zaman mı, siz mi?

14 Temmuz 2010 Çarşamba

OTOSTOP YAPMAK BİR HAYAT TARZIDIR



Bastıran sıcaklar insanlar üzerinde çifte kavrulmuş lokum hissi uyandırmaya başlayınca, İzmir insanı için kendini her hafta sonu bir sahil kasabasının plajına atmak farz olur. Bazıları kendi araçlarıyla savrulurken bir yerlere, kimileri de toplu taşıma araçlarını kullanırlar ve bazı eğlence düşkünü maceraperest insanlar da otostop yaparak bu emellerine ulaşırlar.



Bilinmesi gereklidir ki, otostop yapmak bir hayat tarzıdır. Bir kez bu keyfi tattıysanız, kendi aracınız olsa dahi onu evin önünde yalnızlığına terk eder ve yeni insanlarla tanışmak için bu serüvene atılırsınız. “Alışmış kudurmuştan beterdir” atasözü sanki otostop tutkunları için söylenmiştir. Sizi alan otostopçu dostu insanların zihinsel yapıları, sizinki gibi işlediğinden, geyik potansiyeli yüksek, matrak bir yolculuk sizi bekliyor olacaktır. Hele ki iş sahibi olmuş göbekli, kel, koca koca amcaların ya da ununu elemiş, eleğini asmış teyzelerin bu kadar fırlama muhabbetlerine önce şaşırıp sonra kendinizin de ileride böyle olacağınızı tahmin edip, içselleştirirsiniz bu durumu. Tabii otostop çekmenin de bir adab-ı muaşereti vardır. Bu yüzden, bugün benden otostop heveslisi insanlara birkaç tavsiye olacak.



Otostopun altın kuralları





•Öncelikle otostop çekilecek kavşak ve yol kenarı iyi belirlenmeli zira gitmek istediğiniz yere kuş uçmaz kervan geçmez bir sapaktan asla gidemezsiniz. Bir de üstüne kurda kuşa yem olur, gazetelerin de 3. sayfalarına haber olursunuz vallaha. Aman diyeyim





•Otostop çekenler eğer bir grupsa, grup içerisinde “yok bizi buradan kimse almaz, hayatta gidemeyiz” gibi negatif düşüncelere sahip olan bireyler varsa hemen gruptan uzaklaştırılmalı ya da baskı, zorlama, darpla pozitif düşünmeye itilmeli. Zira “İnanırsak olur bence” sözü temel düşünce yapınız olmalı.



•Kesinlikle ve kesinlikle ısrarcı olunmalıdır. Boş koltukları olduğu halde sizi almayıp bir de üstüne garip garip hareketler yapan şoförler ve camdan sarkıp size el sallamak suretiyle saçma sapan gülümseyen yan koltuk oturucuları kesinlikle sizin kararlılığınızı bozmamalı. Eğer hemen ardından bir araç durup sizi almışsa, şoföre gaz verilerek, önde ki arabanın geçmesi sağlanır. Bu geçiş esnasında onuru zedelenen otostopçu, bu insanlara her türlü hareketi yapmakta serbesttir efendim. Zira böyle masum ve küçük intikamlar otostop insanları için rahatlatıcı bir terapi gibidir ve kimseye de bir zararı yoktur.



•Zaman kavramını unutun bir kere. Eğer amatörseniz bu iş biraz uzayabilir. Her zevkin bir cefası vardır muhakkak. Sabırlı olunmalı, varmak istenen saat biraz ileriye kaydırılmalıdır.



•Farklı yöntem ve teknikler kullanılmalı. Eğer sadece başparmak yetersiz kaldıysa, hafif sıçramalar yapılarak şen çocuk edalarına bürünülmeli. Öyle kazık yutmuş gibi, hiçbir jest, mimik olmadan sadece başparmak havada durmanın hiçbir cazibesi yoktur. İyi bir otostopçu, birinin kendini almasını öylece beklemez. Gel beni al mesajını vermelidir.



•Eğer yukarıda ki imajı çizmeyi beceremediyseniz hemen en etkili stratejilerden biri olan şu taktiğe geçilir. Sürücülerin gözlerinin içine “ babam yok benim” bakışları fırlatılmak suretiyle, arabanın içindeki yolcuları vicdan muhakemesi yapmaya itmelisiniz ki sizi almadıkları için kendilerini kötü hissetmelerini sağlayabilesiniz. Emin olun çok fazla yol almadan hemen bir u dönüşüyle gerisin geriye sizi almaya döneceklerdir.



•Ve oldu, bütün bu çabalar sonucunda sizi de alan birileri oldu. Artık ortamın havasını belirlemek size kalmıştır, eğer esprili bir yapınız varsa ki zaten otostopçu dediğin öyle olmalıdır, türlü komiklikler ve şakalarla şoför rahatlatılmalı, ne iyi yaptım da bu çocukları aldım, bak güle oynaya bir yolculuk yapıyorum gibi iç sesleri uyandırılmalıdır.



Sergilemiş olduğunuz mükemmel iletişim, hal ve tavırlarla, sizi sempatik bulan şoförün kendi güzergâhı üzerinde olmasa bile, sizi gideceğiniz yerin kapısına kadar bırakması olasıdır. Hatta sizi o kadar sevmiştir ki kartvizitlerinizi değiş tokuş yapma teklifinde bulunur.” Benim böyle eğlenceli bir arkadaş grubum yok” bakışları fırlatmanın sırası ona gelmiştir şimdi. Başka zamanlarda da görüşme talebinde bulunması mümkündür. Hatta ve hatta bir sonra ki hafta sonu için sizi gideceğiniz yere bırakma konusunda ısrarcı bile olabilirler.



Ayrıca benzin ya da otobüs paranız cebinize kalırken maddi açıdan da kazanç sağlamış olursunuz. Ne de olsa devir ekonomi devridir arkadaşlar. Ama en önemli kazanç tabii ki hazinenize yeni bir hikâye eklemek olur. Arkadaş toplantıları da bu hikâyelerle süslü sohbetlere ve keyifli dakikalara dönüşür.



Tüm otostopçulara ve otostopçunun dostu insanlara, eğlenceli serüvenler, bol kahkahalı yolculuklar dilerim.

9 Temmuz 2010 Cuma

SICAK VE ÇARESLİK

Biraz önce kendimi buzdolabının içinde peynirlerin, zeytinlerin yanına sıkışmaya çalışırken buldum. Bir de sanki orası benim mekânımmış da, gelip benim yerimi işgal etmişler gibi “ne işi var bu salçanın burada, off biraz öteye gitsene kiraz oğlum, hah şöyle kay bakalım az yana reçel kardeş, yuh artık bütün sülale toplanmışınız domatesgiller” diye saydırdım da. Karpuza çok bir şey diyemedim çünkü yakinim olur kendileri, gündü en az 3 kez yüz yüze bakıyoruz biz onunla. SICAK…

Hazır buzdolabından bahsetmişken şunu da eklemeden edemeyeceğim. Şu ara iştahımda bir maşallah durumu söz konusu. Elim sürekli o beyaz dikdörtgen şeklinde ki makineye gidip gidip duruyor, Allahtan duruyor yoksa soyadımda ki o son hece yakında bana hitap eder olacak. Eyvah eyvah…

İştah sorunu yaşayan herkese gani gani sabır ve irade dilerken, sıcaktan bunalmış güneş sevmez insanlara da, sonbahar için Allah kavuştursun dileğinde bulunduktan sonra huzurlarınızdan ayrılıyorum efendim. İyi hafta sonları.

KPSS NEDİR ?

Açılımı, “kamu personeli seçme sınavı” olan ve hazırlanmak için gittiğiniz dershanenin hocalarının bile hazırlanıp girdiği ironik bir sınav sistemidir.

1999’dan itibaren devletin kendi verdiği diplomaya güvenmeyip, yeni alacağı öğretmenleri başka öğretmenler tarafından ölçme, biçme, kesme, yapıştırma sonra hopp tekrar birleştirme suretiyle seçtiği, ezbere dayalı, lanet edilesi bir sınavdır.

Eğitim bilimleri konu alanında “kendini gerçekleştiren kehanet, öğrenilmiş çaresizlik, vee diyagramı, balık kılçığı, altı şapkalı düşünme tekniği vb..” gibi ilginç yaklaşımların mevzu bahis edildiği garip bir sınavdır.Ayrıca öğretmen olduğunuz da bu yaklaşımlar birkaç kez denenir lakin işe yaramadığı anlaşılınca, shift + del yapılarak, zihinden geri dönüşüm kutusuna atılmadan silinir.

Öğretmenlere, ölçme ve değerlendirme dersi adı altında, “ölçmek istediğiniz amaca uygun sınav nasıl yapılır, güvenilir bir sınavın özellikleri nelerdir, değerlendirme yaparken dikkat edilecek hususlar” gibi yeterlilikler kazandırmayı amaçlayan bu sınavın, ölçme ve değerlendirmeyle uzaktan yakından alakası olmadığı da gözlenmiştir.

Uzun lafın kısası dünyanın en haksız sınavlarından biridir bu kpss, çünkü aynı sınavda, aynı sorulara, aynı sürede en çok doğru yanıtı verenlerin değil vermeyenlerin atandığı bir sınavdır. Örneğin bir müzik öğretmeni 58 puanla atanırken, biyoloji öğretmeni 83 puanla zar zor atanıyor. Ya da okul öncesi öğretmeni çok fazla çalışmasına gerek kalmadan aldığı 54-55 puanla atanırken bir fen bilgisi, matematik, kimya öğretmeni Türkiye’nin en ücra köşelerine atanabilmek için gece gündüz çalışıp 85 puanı almaya çabalıyor.

Ne yazık ki iyi bir öğretmen olmak şart değildir, ya da branşınızda ne kadar yeterli olduğunuzun da bir önemi yoktur bu ülkede. Çocuklarımızı belki de hiçbir öğretmenlik vasfı olmayan, sadece sınavdan yüksek not alıp atanmış öğretmenlere emanet edeceğiz. Gelişmekte olan diye nitelendirdiğimiz ülkemiz de hep yerli yerinde kalacak, hep kendini kandıracaktır.

10-11 Temmuzda yapılacak olan Kpss sınavında, bu sistemin çöküntüsü içinde savrulmaktan yorulmuş, tüm potansiyeline rağmen sadece hayatlarını garanti altına almak için, yalnızca adı tercih olan ve bu zorunlu tercihe ellerinde diplomaları olduğu halde itilen bütün meslektaşlarıma başarılar dilerim. Sırf birileri tarafından sıralanabilmek adına yarıştığımız bu sınavda hepimize kolay gelsin arkadaşlar.

AFRA TAFRA

Gözleri yaşlı daha kaç babanın,“Vatan sağ olsun” diyen acısına şahit olacağız. Daha kaç kardeşimiz, abimiz, arkadaşımız hain pusulara düşürülerek şehit edilecek, kaç insan mayın tarlalarında yok olacak?

Keşke Müslüman Filistin halkı için “van minut” diyerek onların kahramanı olan Türkiye Cumhuriyeti’nin Başbakanı, kendi ülkesi için “askerlik yan gelip yatma yeri değildir” gibi talihsiz cümleler kurmak yerine, kendi Müslüman askerleri için de bir “van minut” açılımı yaparak, pkk’yı besleyenlere karşı tepki gösterseydi de kendi ülkesinin kahramanı olsaydı.

Gazze’ye, yardım için çıktıkları yolculukta, İsrail tarafından öldürülen insanlar için meydanlara dökülüp protesto eden yurdumun insanları, keşke bu sefer de kendi ülkesinin evlatları için sokaklara aksalardı.

Binlerce şehit verilmesine neden olan bu teröristlerin tam destekçisi Barzani heyeti,

çok değil daha Haziran ayının başında hükümet tarafından paşalar gibi ağırlanmadı mı?

Bir dönem pkk tarafından kaçırılan 8 askerimizin alınmaya gittiği sırada, o pkk teröristlerinin denetlemesini yapan, ellerini sıkıp tebrik eden Kerim Sincari de bu heyetin içinde değil miydi?

Açılıp saçılmakla ve bu açılımlara yandaş aramak için sanatçılara, gazetecilere sabah kahvaltıları verip, sahte samimi pozlar vererek halk üzerinde sempati kazanmaya çalışmakla olmuyormuş demek ki.

Olay yerine gidip de siperlerde diz çökerek fotoğraf çektirmek de nedir. Diz çökeceksen ya fotoğrafı çektirmeyeceksin, fotoğraf çektireceksen de Mustafa Kemal Atatürk gibi dimdik ayakta, kendinden emin duracaksın bir Başbakana yakışır biçimde. Gerçi bu hükümet alışık birilerine diz çökmeye. Dün Taliba’nın dizleri dibinde çömelmişti, bugün pkk’ya diz çöktü, yarına Allah kerim!

Meğer güneş doğudan batıyormuş da bizler fark etmiyormuşuz. Farkına varmak için de illaki böyle canımızın yanması gerekiyormuş da anlamıyormuşuz. Devlet büyüklerimiz gizli kapılar ardına kapanıp sonra her çıktıklarında “ tamam bu sefer kararlıyız, bitiriyoruz” gibi açıklamalar yaptıklarında uyutuluyormuşuz. Bir kaç gün sonra birileri gündemi değiştirdiğinde unutuyormuşuz tüm olanları. Sonra yeniden başka birileri düğmeye basıp başlatınca terör olaylarını dejavu yaşayıp hatırlıyormuşuz. Sonra yeniden yeniden yeniden… Hep aynı terane. Hep aynı kısır döngü. Muşuz muşuz muşuz.. Bir de bakmışız bizler yokmuşuz..

24 Haziran 2010 Perşembe

UYUYAKALMANIN VERDİĞİ HAYAL KIKIRKLIĞI

Geçen gece, kandildir dedim, dileklerim, dualarım daha iyi tutar dedim. Sanki kına yakıyorum, daha iyi tutar ne demek, hay Allah’ım, neyse yattım yatağıma. Önce bildiğim duaları sıraladım sonra sıra dilek faslına geldi. Her zaman ilk önce sevdiğim yakınlarım, ailem için güzel dileklerde bulunurum.Arsız arkadaşlarım için de hayallerindeki araba, ev, motosiklet vs.. gibi dileklerde bulunmayı da ihmal etmem tabii.Zira kendim için istediklerim çok. Şöyle yaydıra yaydıra uzun uzadıya ballandıra ballandıra dilerim diye en sona bırakırım kendi dualarımı ve bu sefer de klasiğimi bozmadım, öyle yaptım ama sıra bana gelince n’oldu dersiniz. UYUYAKALMIŞIM.
En son kim için, ne dilediğimi sabah uyandığımda anımsadım. Ne büyük bir hayal kırıklığı! Hayır, güleyim mi ağlayayım mı bilemedim. Umarım sevenim ve dua edenim boldur 


Önemli olan dileklerim dışında, eften püften, hani olsa fena olmaz dediğim, istek listemin alt sıralarında yer alan bazı maddeler ise şöyle efendim;


1- Rejim yapmak için mental hazırlık aşamasındayım zira zihnimi ikna etmem epey zor olacak bu ottan moktan yeni hayata. Tanrım bana 5 kiloluk bir azim ver. Âmin.

2- Her şeyi unutan bir hafıza değil; unutmak istediklerimi hatırlayıp, hatırlamak istediklerimi de unutan bir hafıza da değil istediğim.. Çok karıştı ya, neyse Allah’ım sen hayırlısını verirsin zaten. Âmin.


3- Tanrım, bilincinin her daim açık olmasını isteyen, bu hafif ruh hastası ve heyecanlı kuluna, günlerini 2-3 saatlik uykuyla geçirmesini sağlayacak bir bünye nasip et inşallah.

4- Küçük Kadınlar ne zaman büyüyecek Allah’ım, lütfen büyüsünler bir an önce de dizi bitsin. Zaping sırasında karşılaştığım fragmanları bile azap veriyor.


5- Evet, biliyorum biraz garip olacak ama lounge müzik yapan vuvuzela korosu kurulsun istiyorum. Engel olamıyorum, n’apayım, istiyorum.

6- Hayattan kopulan 42dk’yı bize anımsatan “PREVIOUSLY ON LOST” sözcük öbeğinin yine gündemimize girmesi, Lost dizisinin devam etmesi için dizinin o muhteşem 2 senaristini bir dürter misin Allah’ım? (Ayrıca finali hiç beğenmediğimi de belirtmek isterim)

7- Belli bir yaş döneminde kazanması gereken başarı duygusunu tatmamış ve bu kritik dönemi doğru düzgün atlatamadığı için yetişkin zamanlarında egoları tavan yapmış insanlarla beni mümkün olduğunca az karşılaştır Tanrım, mümkünse hiç karşılaştırma diyeceğim ama bu mümkün değil, biliyorum.


8- Cesareti olmayan, bencil, ukala, kendini beğenmiş, seven ama sevgisinin arkasında duramayan korkak, öz güveni yerle yeksan dolanan ve bu özellikleri yüzünden hemcinslerimi üzen Behlül kılıklı tüm erkeklere Esra- Ceyda kardeşler gibi sevgili ver Allah’ım.
Âmin.

Neyse benim istekler bitmez, bu liste uzar da uzar, bu kız kaçar.

KALBİ SOĞUK OLANIN AĞZINDAN SICAK SÖZ ÇIKMAZMIŞ

Kalbi soğuk olanın ağzından sıcak söz çıkmazmış derler. Kim söylemiş, neden söylemiş bilmem, belki de ben uyduruyorumdur şuanda. Bilmiyorum ama öyle değil midir hakikaten? Şimdi, kalbi soğuk olanın nasıl bu hale geldiğini bir kenara atıyorum ( başka zaman bu konuya geri döneceğim) önemli olan nasıl ısıtırız sorusuna yanıt bulmak. Çünkü olan olmuş, yürek buz tutmuştur, geriye dönüp ah vah etmektense bundan sonra “ne yapabilirim” dir, asıl mevzu olan. Benim naçizane bir önerim olacak bu konuda. Öncelikle somut olarak bu konuyu ele alırsak Sıla’nın Vur Kadehi Ustam şarkısında da dediği gibi “Ne iyi olurdu kalbe kan yine hücum etse” sözünden yola çıkarak ben kendimi bu konuda bir teste tabi tuttum. Şarkının duygusallığını, efendime söyleyeyim verdiği mesajı yadsıyarak düz mantık aldım bu cümleyi koydum masaya. Dedim ki Elvan, kalbe kan nasıl hücum eder? Eee bu soruyu yanıtlamam çok da zor olmadı, bir beden eğitimi öğretmenliği mezunu şahsiyet olarak.(Öğretmeniyim demiyorum, mezunuyum diyorum dikkat ettiyseniz, bu konuya da daha sonra değineceğim) Kalk kalk Elvan spor yapıyorsun deyip paldır küldür attım kendimi futbol sahasına. Birkaç tur yürüyüşten sonra başladım hafif tempo koşuya, az gittim uz gittim o, 400 metrelik sahayı düz gittim derken baktım tempo yükselmiş, nabız 120’yi çoktan aşmış, kronometre de saat 55 dk’yı göstermiş, hohoho deyip son Şebnem Ferah şarkımı da dinledikten sonra ( Yüksek tempo koşularda Şebnem Ferah veya yabancı müzik severler için Evanesence şarkıları şiddetle önerilir zira çok gaz parçaları mevcuttur bu hatunların.) 60. dk da bitirdim koşumu.

Sonuç; Evet kanın kalbe geri dönüşümünde, o döngüsel mekanizmada bir hızlanma söz konusu oldu. Spor sonrası iç huzur sağlandı, ter atılarak gereksiz toksinlere de güle güle denilerek bedensel olan o dış huzur da sağlandı.
Deneğin yorumu; Bu fiziksel aktivite süreklilik kazanıp bir yaşam biçimi haline gelirse, kesinlikle manen o soğuk olan yüreği ısıtmada bir ön hazırlık evresi oluşturulabilir. Unutmadan sporun çok önemli bir yararı daha var ki, bu bir kadının kendini ruhen iyi hissetmesinde belkide listenin en başında yer alan” fazla kilolara elveda” maddesidir.

Evet, sporumuzu yapıp, silkelenip kendimize geldikten sonra sırada ne var; kalbimize atılan ve düşlerimizi kırıp geçirerek hayal kırıklıklarına neden olan o taşları temizlemek. Hani bu arada da içimden o taşları atan eller kırılsın gibi garip sloganlar atmak da gelmiyor değil.
Neyse holigan bir ruha sahip olan iç sesimi de bastırarak devam ediyorum yazmaya. Her ne kadar içten, taş atan ellerin kırılmasına dair dileklerde bulunsak da aslında bunların içten değil sadece öfkeli ruh haline geçişte ki istemsiz beddualar olduğunun farkına varıyor insan, o taşları söküp atmaya çalışırken ruhundan. Bir süre önce zihnin bir köşeye mi savrulmuş yüreğinse savrulamadan tuz buz mu olmuş, unutmuşsun..O yıkıma neden olan taşları atmakta zorlanırken farkına varırsın, ne kadar acı yaşatsa da, geçmişine sadık kaldığını. Oysa yapılan yanlış işte tam da burada ortaya çıkıyor. Gereksiz bir geçmişe bağlı kalmak… Yapılan bu hata hayallerin sıcaklığını yitirmesine dolayısıyla yüreğin de soğuyup buz olmasına neden oluyor. Sakın geriye dönüp bakma demiyorum ben. Aksine bakacaksın, bakacaksın ki ders alacaksın. Bu iç yıkıma neden olan durumun ileride nüksetmemesi için kendini koruyup kollayacaksın. Zira önümüzde ki maçlara bakarken, geçmiş maçlara da bakıp ders almak gerekmez mi?

Son olarak benim için en önemli noktayı vurgulamak isterim. Kalbin soğuksa ve bu yüzden dudaklarına sıcak cümleler dökülmüyorsa yüreğinden ve zihninden, bir başkasında bulmaya çalışma çareyi. Tek başına, hiçbir yere tutunmadan ayağa kalkabilirsen, içinde ki sıcak-soğuk savaşların kazananını sen belirlersin. Unutmamak gerek ki kendimize panzehir yine biziz.