10 Mayıs 2012 Perşembe

30 YAŞINDA OLMAK

30 yaşında olmak; her gece annenle, yatmadan önce menopoza hazırlık evresi aktivitesi olarak, kefir içmek demektir. Tabii, bu yaşa kadar hala evlenmeyi beceremeyip, bu aktiviteyi annenle gerçekleştiriyorsan… Ha, bir de anneanneyi unutmamak gerek, tam 3 kuşak. Hatta bu işe ablamların çocuklarını da eklersek 4. kuşağı bile çıkarabilirim ki, bu kuşak sahibi yeğenlerim, kara kuşak sahibi yaşıtlarıyla başa çıkar, onları yer, yutar ve bir bütün olarak tekrar çıkarabilirler. Ne kadar baş belası olduklarını anlamışsınızdır sanırım.

Konuyu fazla dağıtmadan geliştirecek olursak, 30 yaşında olmanın hiç bir kötü tarafı yok aslında. Öyle abartılacak bir durum söz konusu değil yani. Çünkü ben kendimi hala (bir klişe olarak) 20’li yaşların başında hissediyorum. Evet, garipsiyorum, yadırgıyorum 30’u ama bu yadsıma da geçer gider bir müddet sonra. Nelere alışmıyoruz ki hem zaten canım, ilk gençlik yıllarımızdaki saflık derecemiz ile şimdiki saflık derecemiz arasındaki farkın, yarısının, 2 eksiği ile bile bir insan gayet normal yaşayabilir.

Söz saflıktan açılmışken, yaşla gelen bu daha bilinçli olma hali, insana güç, kuvvet verirken bir taraftan da canını sıkmıyor değil. Çünkü ne kadar fazla şey biliyorsak, o kadar fazla kapana kısılıyoruz mutsuzluk labirentinde. Bir kere sürekli tetikte bekliyor olmak bile başlı başına bir stres. Hayatımızda oluşan her yeni gelişimde, dur bakalım altından ne bityeniği çıkacak diye düşünürken, karşımızdaki insanın daha ilk cümlesinden anlayıveriyoruz niyetini ya da art niyetini. Oysa önceleri böyle miydi? Ne güzeldi her söylenen söze inanmak, ardından gelen hayal kırıklığı olsa bile. Şimdi daha kötü, hep şüpheci, hep tedirgin. Nietzsche bizleri böyle görse gözleri yaşarırdı, gurur duyardı vallahi.

30 yaşın iyi tarafları da var tabii. Bir kere daha olgun olma fırsatı sunuyor size, tabii bu fırsatı kullanabilirseniz. Yıllar geçerken farkında olmadan öğrendiğiniz çok şey oluyor. Örneğin, affetmek. Bazılarımız için affetmek, sırat köprüsünü amuda geçmekten daha zorken, bazılarımız için ise bakkaldan 2 ekmek almak kadar kolay oluveriyor. Ama yaşla birlikte insan, yani insan olan, insani değerlerin kıymetini daha fazla biliyor, daha çok içselleştiriyor. Kızgınlıklarını atıveriyor akan sulara, sevmeyi daha güzel beceriyor. Fedakarlık etmenin kendinden bir şey eksiltmediğini anlıyor, olmaması gerekenleri öngörüp feragat etmeyi biliyor.

Evet, önümüzdeki hafta 30’umu dolduruyorum. Bir sürü hüzün, birkaç ölüm ki içlerinden bir tanesi yüzlerce ölüm acısına bedel, çokça sevgi, az biraz aşk ama pek derin, önce çokça sonra bir elin parmaklarını geçmeyecek kadar dostla dolduruyorum 30 yılı. Bulutların üzerinde uzanabiliyormuş gibi mutlu, bazen ayak parmak ucuna kadar işleyen zehirli bir yalnızlık bazen de hiç dağılmayan çil yavruları kadar kalabalık bir 30 yıl. 53 nabızla yaşamama rağmen taşikardi uyandıracak kadar heyecan verici saatler…

İnsan büyüdükçe ailesinin kıymetini daha iyi anlıyor bir kere. Hele de hayatta hiçbir zaman kazık yemeyeceğin, her düştüğünde elinden tutup kaldıran ve yaralarına üfleyip, acını hafifleten annenin değeri paha biçilemez oluyor. Her ne kadar yaptıklarımızı anlayamayacak olsa da, her verdiğimiz kararda, her yaptığımız hatada, her kazandığımız başarıda bizi olduğunuz gibi kabul eden annelerimiz, annem Şenay Hatun, anneler gününüz kutlu olsun…

 Ama lütfen, artık bana “hadi evlen” deyip durma :)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder