30 Kasım 2012 Cuma

deneme atışı




'Boşlukta süzülen bir toz tanesi gibi taşınıyor ruhlarımız atmosferde. Çok uzun mesafeler katedebiliriz istersek, rüzgar da yardım ederse.' diye zihninden geçirdi kadın, en sevdiği berjerine kurulmuş, ruhunu dinlendirmeye çalışırken.

O an fark etti, evinin ne kadar kirlenmiş olduğunu. Oysa uzun zamandır o koltukta oturuyordu. Aslında oturmuyor sanki o koltuğa mühürlenmişti. Zihni, her zaman olduğunun aksine boş bir levha gibiydi. Halbuki o değil miydi, her zaman, zihninde ordan oraya savrulan ve bir türlü köşeye sıkıştırıp ta yakalayamadığı sözcüklerden dem vuran? Ne düşünebiliyor, ne hissedebiliyor ne de baktığını görebiliyordu. Gördüğü tek şey, kedisi Rüknettin'in oyuncağı ile boğuşurken çıkardığı toz bulutuydu. Zaten, bu yüzden o cümleyi kurmamış mıydı?

Hayır, hiçte değil. Bu cümleyi kurdurtan şeye Rüknettin neden olmamıştı. Bu düşünce bir dilekti aslında onun için. Mehter takımı hızında giden hayatının isyanıydı bu. Yalan söylediklerini bile bile hayatında var olmalarına izin verdiği insanlardı buna neden olan. Salak değildi elbet, belki biraz saf olabilirdi ama insanları olduğu gibi kabul etmeye çalışırdı hep, bazen başaramasa da.

Bu düşünce bir dilekti aslında onun için. Çocukluğunun o masum kasabasından kaçıp, çok uzak diyarlara  yerleşme çaresizliğiydi. Evet, gitmek değildi bu. Basbayağı bir kaçıştı ve evet bir heves değil, bir çaresizlikti bu arzu. Rüzgar da yardım ederse, neden olmasın ki?

Yüreğinin gücünden dem vursa da çoğu zaman, bazen onun gerçeği de doğrusunun şeytanına yenilebiliyor ve zamanı yüreğine üfleyerek geçiyordu. Artık, kanatlarını kullanamıyordu ve bu yüzden aklının yarattığı doğrularının cehennemine çakılmak üzereydi, yüreğindeki gerçekliğin cennetinde nefesini alırken. Ve bu yüzden kaçmak istiyordu, masumiyetini yitirmek üzere olan o küçük sahil kasabasından.

Yalnızca var olduğunun bilincindeydi uzun zamandır, atmosferde kapladığı bedeniyle ve var olmanın sahtekarlığını ipe çekiyordu, yitirdiği ruhunu geri döndürebilmek için.

Saatlerdir çakılıp kaldığı tarçın rengindeki koltuktan kalkmayı başardı en sonunda. Tarçın, kimyon ile birlikte en sevdiği baharatlar arasındaydı. Hatta tahta birlikte çıkıp, birinciliği paylaşıyorlardı. Her yemeğe illaki biraz kimyon atardı ve her yaptığı tatlı mutlaka tarçına yakışan bir tatlı olurdu.

Arsız, yabani otlarla kaplı bir tarlaya benzettiği zihnine iyi gelmişti, ömründen bir kaç saatini çalan o süreç. İlk önce, Rüknettin'in dağıttığı ortalığı toplamaya koyuldu. Her yer, her yerdeydi. Sonra elektrik süpürgesini çalıştırdı ve o toz bulutuna meydan okudu. Bir yandan da, 'hayır, sen bu tozlar gibi içine çekilmeyeceksin karanlığın' diye telkin etti kendini. Ardından, banyoya gidip, vileda kovasını doldurdu ağzına kadar. İçine bol miktarda deterjan koydu. Tabii bir kaç damla klorak eklemeyi de unutmadı. Evin tüm parkelerini sildi. Mis gibi yasemin kokuyordu şimdi ev.

Yasemin, çocukluğunda bahçesini süsleyenler arasında, varlığından en mutluluk duyduğu çiçekti. İfadesinde huzurlu bir tebessüm oluşması için, sadece var olması yeterli olan bir canlıydı. O zamanlar, gün batımına yakın, bahçelerinde kurulan sofrayı şenlendirmek için toplardı. Fakat dalından koparmaya kıyamaz, yere düşenlerle yetinirdi. Büyüdü, koca kadın oldu, hala yerlerden yasemin topluyor.

Şimdi, sıra mobilyaların tozunu almaya gelmişti. Bir elinde ıslak bez, diğerinde ise iz kalmasın diye ıslaklığı gidermeye yarayacak olan kuru bezle tüm evi gezdi. "Ruhumdaki tozları da bu kadar kolay giderebilseydim, ne olurdu" diye kızdı kendine. Ne kadar takıntılı, ve bir o kadar da detaycı olan karakteri yüzünden hayıflandı bir müddet. Gamsız insanlara oldu olası özenmişti. Onlar kadar umursamaz olmayı ne çok isterdi. Aksine, umrundaydı her şey. Olan, biten, gelen, giden, tek bir kelime, bazen sıradan bir kaldırım taşı bile umrundaydı. Gereğinden fazla anlam yükleyen bir insan olmak, hayal kırıklıkları getirdi ona hep.

Banyonun soğuk havasını kırmak için sıcak suyu açtı çünkü birazdan duşa girecekti. Çok üşürdü, içi titrerdi hep. Bedeni soğuktan, yüreği yalnızlıktan titrerdi... Duşun hemen karşısında bulunan dev aynanın önüne geçti. Gözlerine baktı, eskisi gibi gülümsemiyordu artık kahverengi gözleri. Dudaklarını inceledi sonra, eskiden kırmızı rujun eksik olmadığı ama şimdilerde kendi haline bıraktığı etine dolgun dudaklarını. Bakışları çok manasız geldi. Hiç bir ifade yoktu. Aynadaki yansımasına daldı. Çok kısa, belki bir kaç dakika sonra kendine geldiğinde, aynadaki aksini göremediğini fark etti. Tedirgin oldu bir an kendini göremediği için. Uzun zamandır yitirdiği ruhunu hissedemediğinden, bedenini de göremiyor olmak onu korkuttu. Buğulanmış aynayı avuçlarıyla sildi. Son bir kez daha aynada kendine baktı ve duşa girdi.


Turkuaz rengi bornozuna sarınıp yatak odasına geçti. En kalın pijamalarını giydi, saçlarını kuruttu, kremlerini sürdü ve mutfağa gitti. Bu akşam yemek yemeyi düşünmüyordu. Dolaptan daha bugünün sabahında, komşusundan satın aldığı keçi sütünü çıkardı. Sonra pirinç kesesini çıkardı, ardından şeker derken sütlaç yapmaya koyuldu. Bu sefer sütle pirincin kıvamını tutturmaya yemin etti kendine. Ne çok sulu bir sütlaç, ne de lapa olmuş bir tatlı istiyordu. Aslında hayatında hiç bir şeyin kıvamını tutturamıyordu. Ya hayatına soktuğu adamı alıyor, baş köşeye koyuyordu. Dünyanın merkezi oymuş gibi dönüp, dolanıyordu etrafında. Tabii, sonra adam bu pohpohlanmadan dolayı devreleri karışıyor, saçmalıyordu. Ya da kendini çalışmaya verip, diğer tüm olgulardan uzak tutuyordu kendini. Bazı zamanlar ise sosyal bir canavara dönüşüp, kulüplerden, dost meclislerinden yakasını kurtaramıyor, fazlaca alkol tüketip, zihnini bulandırıyordu.

Gece, kulübe gittiğinde genelde mojito içip arada tekila shotlarla cila yaparken, dost meclislerinde rakıyı tercih ederdi. Rakı, babadan yadigar bir gelenekti. Aklına rakıya alıştığı zamanlar geldi. Lise sona geçtiği yazdı. Altay Spor Kulübü'nün hentbol takımında oynuyordu. Öyle yoğun antrenmanlar yapıyorlardı ki, şimdi aklına geldiğinde kalbinin nasıl onca yüklenmeye dayanabildiğine şaşırdı. Hayatının neredeyse on senesi atletizm pistlerinde ve spor salonlarında geçmişti. Lise sona geçtiği yazdı ve hayatında geçirdiği en sıcak yazdı. Saçları uzundu, ince telliydi ve gür de değildi. Öyle bunalmıştı ki onlardan, bir yandan sıcak, diğer yandan antrenmanlar derken kendini kuaförde bulmuştu bir gün. Koltuğa oturdu ve kes Yusuf Abi dedi. Nasıl olsun demeye kalmadan, 3 numaraya vuralım abicim dedi. Eve gittiğinde annesi, yüzünü buruşturup bu ne hal diye karşıladı. Babasıysa eniştesiyle birlikte onu, kurulan rakı sofralarına oturtmuş, erkek sohbetlerine almıştı. Evdeki herkes artık ona bilader diyordu. Küçük ama kepçe kulaklarına yakıştırdığı ve yalnızca sol tarafına taktığı küpesi ve zincirli pantolunuyla erkek kafalı olan bu kıza, "bilader aşağı, bilader yukarı" denerek, erkek muamelesi yapılıyordu. Oysa şimdi, upuzun saçları, dışarı makyajsız ve ojesiz çıkmayan halleriyle tam bir kadındı.

Sütlaç yine sulu olmuştu. Biraz sinirlense de kaselere boşaltıp, üzerlerine bol bol tarçın serpti. Buzdolabına yerleştirmeden ılınması için, özenle milangazın yanındaki boşluğa dizdi hepsini. Yemek tabağına koyduğu sütlacı ve büyük bir bardak suyu alarak mutfaktan ayrıldı. Salona gidip lambaderi açtı. Bilgisayarının başına geçti ve takip ettiği dizilerin daha önceden indirmiş olduğu, bu haftaki bölümlerini vlc player'a sıraladı. Sonra bilgisayarı ile televizyonu birbirine bağlayan kabloyu taktı. Pazar gecesi gösterimi birazdan başlayacaktı. İlk önce Fringe'i izleyip, büyük bir bilim adamı olan yaşlı Walter Bishop'ın o çocuksu tavırlarını hayran hayran izleyip, paralel evren, solucan delikleri, astral seyahat gibi aklı ve gerçeği zorlayan olayları sorgulayacak, gözcüleri lanetleyecekti. Ardından kan ve vahşetin yer aldığı 'The Walking Dead'i bazen midesi bulanarak, bazen de hayretler içinde kalarak izleyip, en çok beğendiği siyahi savaşçı hatunu hayranlıkla izleyecekti bu sefer. Ön görüsü yüksek, kimseye güvenmeyen, Nietzshe'yi bile gölgede bırakacak şüpheci tavırlara sahip olan bu kadını çok beğeniyordu. En son "How i met your mother'ı izlerdi hep. Çünkü diğer dizilerin gerginliğini ancak Barney'nin komik çapkınlık maceraları, Ted'in kendine benzeyen saf duygusallıkları ve Marshall ile Lilly'nin o çok eğlenceli evlilikleri giderebilirdi ancak.

Pazar gecesi yayın kuşağı sona ermişti artık. Gece yarısına daha çok varken kendini yorgun ve uykusuz hissediyordu. Bilgisayarını aldı, yatak odasına geçti. Lounge müzik çalan bir intenet radyosu açtı ve baş ucunda duran kitabını alarak yatağa kıvrıldı. Elektirikli battaniyesinin ısıttığı yatağına Rüknettin'in kendini sevdirmek istediği zamanlardaki gibi sırnaşarak yerleşti. Rüknettin demişken, o neredeydi sahi? Herhalde, sepetine kıvrılıp, horuldamaya başlamıştır diye düşündü.

Kitabını açtı, 276. sayfadaydı. Yahudi Soykırımı, Mavi Alay gibi dünya tarihinin ve siyasi sorunların konu  edildiği, aynı zamanda 60 yıldır süren bir aşkı ele alan Zülfü Livaneli kitabı, Serenad'ı okuyordu. Okudukça kitabın derinliklerine sürükleniyor, içselleştirdiği karakerlerlere bürünüyordu. Yapılan haksızlıkları lanetledi, çekilen ızdırapları hissedip, ağlamak istedi, Saf Alman olan Profesör Maximilian Wagner ile Yahudi Nadia'nın aşkı boğazını düğümledi. Saatlerce okudu. Kitap hiç bitsin istemiyordu çünkü yüreğini hissedebildiği zamanlar yalnızca okuduğu zamanlardı.

Geçen yıl birlikte olduğu adam geldi aklına. Ayhan. Okuduğu kitapların cümlelerinden ibaretti Ayhan'ın sözleri. O kadar alıntı, o kadar tesadüf ve bir o kadar da vazgeçilmezdi. Zıtlıklar hep çekmişti onu zaten. Ayhan'ın o süslü cümleleri o kadar özenti olmasına rağmen nasıl bu denli vazgeçilmez olmuştu onun için? Neyse, çok uzun zaman önceydi zaten, kurtulmuştu ondan. Ama aklının almadığı şey, içlerinde değerleri olmayan bu adamların, nasıl olur da esas oğlan olmaya koşabilecek cesareti taşıdıklarıydı.

30 yaşındaydı ve hala yalnız olmasını "Eros'un dalgınlığına gelmiş, bir tutunamayanım ben" diye Eros'a yüklemiş ve onu görevini layıkıyla yapmaya davet etmişti, arkadaş toplantılarında. Kendini o kadar şanssız görüyordu ki iş hayatında da bir türlü dikiş tutturamamıştı. "Milletin aşk hayatı hareketli geçer, benim iş hayatım pek kıpırdak. Özel meseleler stabil Yarabbim, tık yok. Şuan yine atarlandım Eros'a" diye her konuyu Eros'a bağlardı. Komik kızdı vesselam ama yalnızca arkadaşlarıyla beraberken bu eğlenceli halleri peydah olurdu.

Derin bir iç çekti. Ağlamadığın halde çektiğin o iç, ağlarken çektiğin içten daha vahim, daha can yakıcı ve daha çaresizdi.

Hiç bir duygusuna eyvallahı olmadığı için aşık olamıyordu.

"Cesaretimin bedeli içsel yalnızlıksa, etrafımdaki kalabalığa selam çakar, öderim cesaretimin bedeli" diye mırıldandı. Kitabını başucundaki komidinin üzerine bıraktı, başını yastığa koydu ve derin bir uykuya daldı.






13 Kasım 2012 Salı

mea culpa






Keşke dememek öğretilmiş bizlere. Ne yaşarsak yaşayalım, başımıza ne kötülük gelirse gelsin uzak durulması gereken, ruhu hastalıklı bir yapı haline getirmeye gücü yetebilecek ölçüde etkili olan, o bir nevi geçmişe yönelik dilekte bulunduğumuz ‘keşke’ sözcüğünden ben de korktum yıllardır.

Keşke demeye her yüz tutuşumda dilimi lal edip, bir süre sonra ‘iyi ki’ lerle açılışı yaptığım dudaklarımın cezasını çekiyorum şimdilerde. Başımın üzerinde gezdirdiğim lakin bir müddet sonra kafamı yüreğime düşman eden tüm mevzuların sahibi olan ‘iyi ki’ lerimin vakur ağırlığını taşıyorum ruhumda. Her “keşke” ile isyan etmeye yeltendiğimde beni bir dokunuşuyla sindirmeye çalışan iyi ki’li cümlelerimin laneti bırakmıyor gibi yakamı.

Keşke demek gerek bazen. Demek gerek çünkü iyi ki’ lerin altında ezilip gidiyoruz her geçen gün. Farkında değiliz. Kördüğüm, çember olmuş içimizin ateşi. Keşkelerimizi yakmaya çalışıyoruz orada. Olmaz.

Keşke demek gerek bazen. Demek gerek çünkü ne halt ettiysek, kabullenip kendimizi affetmek gerek. İyi kilerle dönen bir düzenin içinde değil, keşke’lerle alınan derslerin içinde kavrulup tırmanmalıyız, bilmiyoruz. Yoksa hep hüsran. Hep hayal kırıklığı.

Keşke demeliyiz ama diyemiyoruz. Çünkü çocukluğumuzun o iyimser Polyanna’sı örnek gösterilmiş bizlere ama biz kurtların sinsice sofralarını kurduğu bir ormanda yaşıyoruz, Polyannalarla süslenmiş bir ovada değil. 

Kurtların kuzu maskeli balolarına kurban giden kırmızı başlıklı kadınların cansız ruhları defnediliyor günbegün.

Bir zamanlar bir yerlere karaladığım “keşkelerini al da git, “iyi ki” lerime dokunma” atfını içselleştirdiğim tüm zamanlarıma bir özür borçluyum, biliyorum. Biliyorum çünkü evrene nasıl bir enerji gönderirsen, karşılığında aynısını alırsın martavalını okuyan kuantum zırvalıklarının yalnızca insanların yüksek coşkusunu stabil kılmak için uydurulduğunun bilincindeyim.

Bu yüzden özür dilerim boşa gelip, dolu gittiğini sanan tüm zamanlarımdan. Bilmeden kıydım size. Kendimi aldatarak harcadım yelkovanlarınızı. Bana bir armağan olarak bahşedilen bu döngüyü kısırlaştırdım.
Affedin.

Başımıza gelmiş ve gelecek her şeyin tek sorumlusu biziz.

Kimse kendini kandırmasın.